Konya Postası’nın gazeteci okuluna dönüştüğü yıllarda aramıza katılanlardan biriydi Ali Ulurasba. Birlikte çok sahaf tozu yutmuşluğumuz oldu. Sonra Ankara gazeteciliğinin kapılarını araladı. Derken günlerden bir gün ünlü şair Bedirhan Gökçe’nin radyodan “Gitme be Ali” diye seslendiğini duyduk. Meğer bizim Ali başkentler seyahatine devam kararı almış, gönül dostu da onu şiirle durdurmaya çabalıyormuş. 19 kitabı yayımlandı ve 50’sinden sonra çift dalda akademik kariyer çalışması yapıyor. Koray Ekener sağ olsaydı kim bilir ne derdi?

Hangi tarihte nerede dünyaya geldiniz?

Konya’da doğdum. 1966 yılının bir sonbahar sabahı doğmuşum annemin söylediğine göre. Nüfus kaydında sabah erkenden doğdu yazmıyor tabii ki.

Edebiyata ilginiz nasıl başladı?

Edebiyat ile ilgim okumaya başladığımda başladı diyebilirim. İlk önce sanırım okumak bir edebiyat yapma biçimiydi galiba benim için. Ortaokul üçüncü sınıfa kadar ne kadar kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Ancak çok sayıda yaşıma uygun kitaplar okumuştum. Bunun dışında ortaokulun ilk yılında Sefilleri okuduğumu biliyorum. Savaş ve Barışı okuduğumu da biliyorum. Daha sayamayacağım birçok klasikler de var. Sonra bunlar lisede de sürdü. Lisede, birinci sınıftan itibaren ise yazmaya başlamıştım. Aslında ortaokulda başlamıştım yazmaya ama onu saymıyorum. Sanırım çocukça şeylerdi, tam hatırlamıyorum ne yazdıklarımı. Şiirler olduğunu, kısa hikâyeler olduğunu hatırlıyorum.

Şiir ve romanda sizi etkileyen yazar ve eserlerden bahsetmek ister misiniz?

Şu yazar diyemem. Çünkü bu en önce yazarlara ve eserlerine haksızlık olur. Ancak şunu söyleyeyim; ilk zamanlar ne okuduğumu bilmeden, vahşice desem yeridir, okudum. Yani elime ne geçerse… Gazetelerden kesekâğıtları falan yapılırdı. Onları yırtmadan açar okurdum. Yazarı çok önemli değildi. Hoş şimdi de çok önemsemiyorum. İçeriğe bakıyorum. Bazı isimli yazarlar dâhî beklemediğiniz kitaplar yazabiliyor. Benim için okumak bir beslenmeden çok karın doyurmaydı. Ancak sonra sonra okumanın bir beslenme biçimi olduğunu öğrendim. Hoş, yine de okumak konusunda kendimi durdurabildiğimi düşünmüyorum. Çünkü hiç ummadığınız kitaplarda, ummadığınız yazarlar çok farklı düşüneler, hisler ortaya koyabiliyor. O yüzden şu yazar veya bu kitap demek istemem. Aslına bakarsanız hem okuma hem de yazma serüvenimde bir arayış içinde olduğumu da belirteyim.

Gazeteciliğe Konya Postasında başladınız ve birlikte epey zaman mesai arkadaşlığı da yaptık. Sizi basın sektörüne çeken ya da iten sebepler neydi?

Sizler ve Konya Postası benim için çok değerli bir kavşak başı oldu. Öyle bir şey arıyordum. Yani gazetecilik. Bu ilkokul son ve ortaokul başından bu yana böyleydi. Yazacağım ve daha iyi okuyabileceğim bir atmosfer... Gazeteciliğin kendimi ifade edebileceğim bir platform olduğunu düşündüm. Çünkü gazetecilik kanımca yaşayan bir meslekti. Yazarlık da öyle... Konya Postası günlerimiz, Vakıf İş Hanı’ndaki ziftli tahtalar ve Yazı İşleri Müdürümüz rahmetli Orhan Samur abi, o dönemki sizler, benim hayatımda çok anlamlı bir yere sahip. Benim en güçlü su basmanımsınız.

O dönemde Türkiye gazetesinin “Hayatım Roman” adlı köşesine hayat öykünüzü de gönderdiğinizi ve yayınlanmaya değer görüldüğünü hatırlıyorum. Ve sonra kader sizi Türkiye gazetesi Konya bürosuna götürdü. Bu süreci anlatır mısınız?

Sadece “Hayatım roman” bölümü değil, çocuk dergileri de vardı o zaman, sonra öykü köşesi. Evet, buralarda öykülerim ve şiirlerim yayımlandı. Türkiye Gazetesi güzel bir basamaktı. Bugün yaşadığım hayatı, dediğim gibi daha ilkokul sonu ve ortaokulda başlarında hayal etmiştim. İyi bir gazeteci ve yazar olmak, Ankara ve İstanbul’da gazetecilik ve yazarlık yapmak… Yerel basın son derece hassas bir deneyimdi. Bitmesi gerekiyordu. Sonra ulusal bir gazetenin yerel muhabirliği... Ardından da hayalim ve planım doğrultusunda Ankara ve İstanbul.

Büro halinde adeta bir Ankara çıkarması yapıp ekip halinde merkez büroya nasıl geçtiniz?

Askerden sonra yapacağım tek bir şey olduğunu düşünüyordum. Ki, İhlas Haber Ajansı’nın, TGRT’nin kurulması aşamalarında kadrodaydım. Askerden hemen sonra kararım doğrultusunda Ankara’ya geçtim. Konya’ya artık dönmedim. Böyle olması gerekiyordu. Bu yol beni istediğim yere götürecekti. Öyle de oldu. İHA ve TGRT’nin kurulma aşamasında zaten yetişmiş elemana ihtiyaç olduğu için doğrudan Ankara’da gazeteciliğime ve yazarlığıma devam etmeye başladım.

Siz Ankara’dayken, Bedirhan Gökçe bir şiir albümüyle Türkiye’nin gündemine geldi. Daha sonra Sizin Bedirhan ile birlikte çalıştınız ve hatta o size ithafen “Gitme be Ali” adlı bir şiir yazdı. O süreci sizden dinleyebilir miyiz?

Aslında yazı hayatına biraz şiirle başladım herkes gibi. Ülkemizde herkes şiir yazar. Ama insan ölünce şair olur yine ülkemizde. İHA ve TGRT’den bağımı kopardıktan sonra Kanal 6 TV’nin Ankara Temsilciliğinde Parlamento Şefi olarak göreve başladım. Bedirhan ile de o dönem tanıştım. Bedirhan haberlerimizi seslendiriyordu. Perfore deriz biz; perforelerimizi okuyordu. Şiir yazdığımı öğrendiğinde böyle bir durum ortaya çıktı. Bedirhan o zamanlar Dünya Radyo’da da program yapıyordu. Tabii o dönemin şartlarında radyoda şiir programı çok özel bir yere sahipti. Dinleyicisi çok yüksekti. Hem özel radyo, hem şiir Türkiye için oldukça yeniydi. Farklı bir özgürlük ortamı, insanların kendilerini ifade etme biçimleri ortaya çıkmıştı. Şiir bugünkü gibi öksüz ve yetim değildi. Romantizm, idealizm farklı anlamlar içeriyordu. Tabii ki aşk da… Birlikteliğimizde epey bir farklı atmosfer oldu. Şiirlerim albümlere girdi. Tv’lerde, radyolarda okunmaya başladı. Bu benim için güzeldi. Radyonun gücünü görmüştük. Çok güzel çalışmalarımız oldu. Bunlardan en önemlisi de Çanakkale projemdi. Bu bir albümdü. Ülkemizin tanınmış sanatçıları Çankakale türküleri okudu, içinde Çankakale Savaşı ile ilgili oluşturduğum şiirsel metinler vardı. Milli Eğitim Bakanlığı bu albümü milyonlarca öğrenciye dağıttı. Sonra Çanakkale şehitliğine seferler düzenlenmesi ortaya çıktı. Milyonlarca öğrenci o dönemde Çanakkale şehitliğini ziyaret edebildi. Sokak Çocuğu şiiri, Hey Gidi Ankara Hey şiiri, Ellerim Üşürdü şiirleri piyasa tabiriyle “patladı”. Çok dinlendi, çok yerde çalındı, klipleri çekildi… Türkiye’de ve yurtdışında çok sayıda konser oldu. Böyle güzel, dinamik, interaktif bir süreçti.

Sizin için başkentlerin adamı desek yeridir. Selçuklu payitahtından Türkiye başkentine, oradan Osmanlı payitahtına bir hayat hikâyeniz var. İstanbul’a neden ve nasıl gittiniz?

Biraz öyle oldu, başkentlerden geçtim. Şimdi İstanbul’dayım. İstanbul’a da bir anda karar verdim. Ancak elbette bir altyapısı vardı. Dediğim gibi ilkokul son ve ortaokul başlarından itibaren hayalim İstanbul’da bugünkü hayatımı yaşamaktı. Kitaplar yazmak. Ankara’da miadımın dolduğunu düşünüyordum. Bir kararla 17 yıllık Ankara, Parlamento muhabirliği, Parlamento Muhabirleri Derneği Genel Sekreterliğini bırakıp İstanbul’a taşındım. Burada da bir süre gazetecilik, televizyonculuk ve başta Genel Yayın Yönetmenliği olmak üzere çeşitli kademelerde yöneticilikler yaptım. Bu arada okuma ve yazmayı hiç bırakmadım. Şiir kitabı, romanlar, araştırma inceleme, ben onlara gazetecilik kitapları diyorum, yazdım.

Roman yazarlığına geçişiniz nasıl oldu?

Benim ilk romanım Sadakat Müzesidir. Bir öyküye başlıyorsunuz, sonra bu roman haline geliyor. Roman teknik bir konu... Yani matematik hesabıyla yazılabilen bir metin… Öykü ve şiir gibi değil, belli dinamikleri var. Okuyarak öğreniyorsunuz. Yazarak öğreniyorsunuz. Başınızı sağa sola çarpa çarpa öğreniyorsunuz. Roman daha tatmin edici geldi belki bilemiyorum. Bir geçiş değil aslında; yine şiirler, öyküler, düz yazılar, makaleler, tiyatro ve senaryo denemeleri, yani yazın sanatının bütün alanlarında bellediğim metinleri oluşturmaya çabalıyorum. Şuradan şöyle romana geçiverdim diyemem. Roman teknik bir konu ve bize göre daha batılı, Avrupai ama ben örneğin Mevlana’nın mesnevisini de bir roman olarak görüyorum. Roman coşku verici bir edebiyat türü. Okuduğum romanlar her zaman beni romana yönlendirmiştir. Yani bir geçiş yok aslında hayatımda yine öykü yazıyorum. Örneğin bu yıl (2021) çıkan kitabım Sigmund Freud’un İneği bir öykü kitabı. Ondan önceki Lamia bir roman. Çocuk romanlarım var yazdığım, oldukça ilgi gören Memba ve Büyülü Saray ve Prenses Melek Sin. Aslında edebiyatın bütün o alanlarında turist gibi gezmeyi seviyorum. Oralarda kalem oynatmak, benim için harman yerinde herkes çalışırken ıslık çalış keyifle gezmek gibi. Hasat ise benim hasadım. Bunun meyvelerini yiyenler ise okuyucularım. Yazın turistliğini seviyorum. Bu bir arayış.

Yayınevi-yazar-matbaa münasebetlerine dair neler söylemek istersiniz?

Bu konu çok hassas… Çok sorunlu bir alan ülkemizde. Buna girsek herhalde kitaplar dolusu malzeme çıkar. Türkiye nasılsa aslına bakarsanız yayınevi-matbaa-yazar ilişkisi de bundan farklı değil. Çok sıkıntılı bir alan. Meşru olduğu kadar gayrimeşru ilişkiler de var. Bu kadarını söyleyeyim.

Sanatın başka dallarıyla da ilginiz olduğunu biliyoruz. Cam üflemeye nasıl başladınız, başkaca ilginiz var mı?

Boş kalamıyorum. Ya okumam lazım, ya yazmam lazım. Yine de boş vakit kalıyordu. İlgim vardı. Biraz resim yapıyordum. Sonra cam sanatı büyüleyici geldi. Yazmak gibi. Bir şeye siz şekil veriyorsunuz. İnanılmaz heyecan verici bir sanat. Çok zor. Bir o kadar da heyecan verici. İstanbul’da çok değerli hocam Berna Terziahmetoğlu’ndan ders aldım. Sonra tezgâhı kurdum ve böyle başladım. Biraz da resim yapmaya çabalıyorum. Bir karma sergiye katılma imkânım oldu. Daha çok siyah beyaz resimler…

Yayımlanmış epeyce kitabınız var. Neler yazdınız?

Dikkat İşkence var, bir gazeteci kitabı. Türkiye’deki işkence olaylarını belgeleriyle birlikte, Parlamento şefliği yaptığım dönemde yazdığım. Araştırma ve incelemeye dayalı bir kitap. Sadakat Müzesi, kalp nakli olmuş birinin öyküsünün anlatıldığı bir roman. Bahsettiğim gibi çocuk romanları var. Deneme kitapları var. Öreğin Şikâyet Etme Şükret, Lütfen Kalbimi Kırma Çünkü İçinde Sen varsın. Çanakkale, Sarıkamış belgesel kitapları… En son Şikâyet Etme Şükret 7. Baskıyı yaptı. Bununla birlikte 2012 yılında Sigmund Freud’un İneği adlı öykülerden oluşan bir kitap. 19 kitaba ulaştı yazdıklarım. Bunlar gelecekte takdir edilir edilmez bilemiyorum ama şu anda yazmaya devam ediyorum. Şu an yayınevine verdiğim Çocuklar İçin Yazarlık Atölyesi adlı bir çalışmam var. Çocuklara düşünme, hissetme ve yazma tekniklerini anlatmaya çalıştığım…

Dijitalleşmenin yazı dünyasına etkilerinden bahsetmek gerekirse, nasıl bir dönüşüm/etkileşim yaşanıyor?

Ben bilgisayarlarla dostum. Akıllı telefonlarla dostum. Aramızdaki ilişki bir bağımlılık ilişkisinden çok karşılıklı bir işbirliğine dayalı. Birbirimizin işini yapıyoruz. Benim için son derece verimli. Entertip baskı makinelerinden, kurşun ve elle dizgilerden, daktilodan buraya geldim ben. Dijitalleşmeyi önemli ve değerli buluyorum. İşimi, düşüncelerimi, hislerimi kısaca ifade ediş biçimimi kolaylaştırıyor. E kitaplara karşı değilim, olamam da. Bu mantığa aykırı. Bunlar önümüzdeki süreçte artacak kanımca. Artması da gerekiyor. Elbette dijitalleşme üzerinde çok çeşitli tartışmalar olabilir. Karşı çıkanlar da olabilir. Bağımlılığı etkisi altına girenler de olabilir. Ancak bahsettiğim gibi bilgisayarlar, dijitalleşme benim çözüm ortağım gibi.

Kökleriniz Konya’da ve doğduğunuz şehirle münasebetleriniz aralıklarla da olsa devam ediyor. İstanbul’dan gelince sizi nasıl bir Konya karşılıyor. Şehrin size hoş veya nahoş gelen yanları var mı?

Konya İstanbul’dan gelince bana görünmüyor. Konya ile ilgili dertliyim tabii ki. Türkiye ve dünya ile dertli olduğum gibi. Bir adım atsak çok şey değişecek ama bu adımı atamıyoruz. Bunu modernleşme, görgü, ilerleme vb. anlamında söylüyorum. Konya, her alanda ve her anlamda çok zengin ama tutukluğu yüzünden kendisini gösteremiyor. Hem değişim isteyip hem bir adım atamamak, yani bu zehirli bir paradoks kanımca. Şunu söyleyeyim Konya ve Konyalıların geleceklerini başkasının insafına bırakmamaları gerekir.

Masanızdaki çalışmalardan bahsetmek ister misiniz?

Epeyce bir kitap yazma projem var. Bunlar arasında roman ve araştırma inceleme de var. Bu arada akademik bir kariyer üzerine de çalışıyorum. Şu an çift ana dal yapıyorum. Anadolu Üniversitesi Sosyoloji ve İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon, Sinema bölümlerinde okuyorum. İkisinde de bu yıl üçüncü sınıfa geçeceğim. Belki bu yönde yeni çalışmalar yapabilirim. Yani yüksek lisans ve doktora ve sosyoloji ile sinemayı birleştiren çalışmalar…

Sohbetimizi sevdiğiniz bir şiirinizle tamamlayalım mı?

Bu röportaj için son sözlerimiz gibi de olsun. Öncelikle bu imkânı verdiğiniz için sizlere ve emeği geçenlere sonsuz teşekkür ederim… Japon Haiku şiirini çok severim. Yalındır. Yunus Emre’nin şiirleri gibi. Bu şiirler 3 kıta 17 hecedir. Haiku, bakışlardan, mevsimlerden ve duygulanımdan söz eden bir üçgen oluşturmayı gerektirir. Kimilerine göre Haiku bir göz kırpmasıdır, kimilerine göre bir şimşeğin çakış anı, kimilerine göre ise bir yıldız kayması… Yazan şairdir ama şiirin sanki asıl amacı okuyanı şair yapmak üzerine kuruludur. Ya da üç dizede yazan ve okuyan birleşir. Dolayısıyla yazı, yazan ve okuyan üçgeni böyle oluşturulur ve aslında şiirin iç açılarının toplamı insandır. En son şöyle bir şey yazmıştım, bir Haiku şiiri gibi:

“Dün camları silmiştin

Bugün yağmur yağıyor

Hayat bu…”

Bedirhan Gökçe Ali Ulursba için ne mi yazmıştı, buyurun:

Gideceğim diyorsun

Gitme be Ali gitme.

Bu gidiş bitirir tüketir seni,

Hırsla kalkan zararla oturur Ali.

Gel lanet et şeytana gitme,

Gitme be ali

Biz sahil kahvelerin

Romantik havasıyla,

Otantik havasıyla sevdik.

Tavşan kanı çayı,

Titreyen elleriyle sunan

İhtiyar balıkçının

Gülümseyen yüzüyle sevdik.

Sen gideceğim diyorsun,

Gitme be Ali,

Hayallerimiz var,

Geleceğimiz var,

Dualarımız var.

O kızı alacağız Ali,

Hem de istediğin

Bir “ebruli akşamda”,

Sarı saçlarına Ankara’yı takıp

Ver elini İstanbul...

Yine gideceğiz

O sahil kahvesine.

Tavşan kanında çay,

Yosun tadında köy.

Çaydanlıkta demimiz muhabbet,

Şekerimiz sohbetin olacak.

Sonra ihtiyar balıkçı gelecek,

Oturtup ihtiyarı, ona çay ikram edeceğiz.

Ardından uzaklara dalacak gözleri,

Ve hazin hikayesini anlatacak.

Kim bilir belki de

Hikayesi sana benzeyecek,

Sonu “yanlıştı” diye bilecek...

Gitme be Ali gitme.

Bak bana şiir yazdırdın.

Gel yine hayallere dalalım,

Düşüp sokaklara, sürüyelim Ankara’yı.

Tamam mı Ali, tamam mı?

At şu paltoyu,

Çaylar iki oldu Kerim!

Çaylar iki oldu.

Çankaya 1996

Bedirhan Gökçe

MUSTAFA GÜDEN

Editör: TE Bilişim