Konya’nın gayretkeş Sami Kala hocasının oğlu Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Dekan Yardımcısı, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Muhammet Enes Kala çocukluğundan eğitim-öğretim yıllarına, ferdi ve toplumsal ahlâktan aileye ve hatta küreselleşmeden teknolojiye kadar pek çok konuda sorumuza içtenlikle cevap verdi. Hocanın bütün izahları son derece değerliydi ancak, 15 Temmuz darbesine dair tespitinin altını kırmızı kalemle çizmek gerekiyor: “Tarihiyle, geleneğiyle, farklılıkları zenginlik haline getirici hususiyetiyle özel bir yere sahip olan Türkiye’de 15 Temmuz, darbe kisvesi altında bir işgal girişimiydi. Bu işgal girişimi hem milli iradeye hem de tarihi şekillendirici fail olan Türkiye’ye karşı dışarıda planlanmış, içerideki kuklalarla uygulamaya konulmuş ama milletin çelikten iradesine çarparak akamete uğratılmıştır.” Özetlemek kâfi gelmez; en iyisi buyurun sohbetin tamamına:

“Aritoteles, İbn Sina ve Ravaisson’da Ahlâk-Alışkanlık İlişkisi” üzerine tez yazdınız. Ahlâkın bir yol haritası var mıdır? İhtiyaç mı, alışkanlık mı, zorunluluk mu yoksa dayatma mıdır?

Halk ve hulk iki kelime ve iki kavram… Bu iki kelime de yaratılış manasını taşır. Ancak ilki bizim vehbî tarafımıza işaret ederken, diğeri kesbî tarafımıza işaret eder. Yani ilkinde bilincimiz ve irademizin dâhil olmadığı fizyo-biyolojik yaratılış kastedilirken, ikincisinde bilincimiz ve irademizle olmak istediğimiz tarafımıza işaret edilir. Bu noktada ahlâkın, hulk kelimesinden neşet ettiğini dile getirebiliriz. Bilincimiz, vicdanımız, irademiz ve hissiyatımızla yani tercihlerimizle olmak istediğimiz kişi oluruz. Anne-babamızı, memleketimizi, ırkımızı, cinsiyetimizi, ten rengimizi seçemiyoruz ama karakterimizi kendimiz belirleyebiliyoruz. Ahlâk, bilincin ve iradenin faal olduğu yerde söz konusudur. Bu bakımdan ahlâkın, beşerin insan veya canavar arasındaki tercihinden sadır olduğunu söyleyebiliriz. Medeniyetin asli kaynağının insanın ihtiyaçları olduğunu düşünebileceğimize göre, medeniyetlerin temeli olan ahlâkın da aslında en büyük insanî ihtiyaç olduğunu söylemek yanlış olmaz. Can, nesil, mal, inanç ve düşünce emniyetinin ahlâkî bir korumayla muhafaza edildiğini ve oradan hukuka taşındığını da dile getirmek mümkündür. O halde tüm bu dokunulmazların tahrip edilmesinde medeniyetin zarar gördüğünü, dokunulmazlara hürmet edilen yerlerde ise medeniyetlerin ihya olduğunu görebiliriz. Ahlâk ve medeniyet ilişkisinin bu çerçevede ele alınıp işlenmesinin de önemli olduğuna inanıyorum. Ahlâk ve alışkanlık ilişkisi ise çok farklı bir veçhede bize görünür. Alışkanlık bizim ikinci tabiatımızdır. Alışkanlıklarımızın olmadığını var saydığımızda yaşam zorlaşır, belki çekilmez hale gelir. Yaptığımız birçok şeyi kendiliğinden rutin dizgede düşünmeden yapabiliyoruz. Araç kullandığımızda hangi anda debriyaja, ne zaman frene, ne zaman ve ne ölçüde gaz pedalına basacağımızı ayrı ayrı hesap edip düşünmüyoruz. Araç sürmeye ilişkin bir alışkanlık kesbediyoruz ve o alışkanlıklar ölçüsünde araç kullanıyoruz. Aynı şekilde her lokma ısırışımızda ne ölçüde ve nasıl o lokmayı çiğnememiz gerektiğini düşünmüyoruz. Lokmayı öğütmeye ve sindirmeye dönük vücudumuz bir alışkanlık geliştiriyor ve süreç o rutin üzere işliyor. Ahlâk mevzuunda ise bir faziletin ahlâk yani seciye haline ancak alışkanlık haline eriştirildiğinde geldiğini söyleyebiliyoruz. Zira ahlâkın ilk hali ne yapıp ne yapılmayacağının bilinmesi, ikinci hali yapılması gerekenin yapılıp, yapılmaması gerekenin yapılmaması durumu, nihai hali ise yapıp etmeler sonunda olunması gereken kişi haline gelinmesidir. Sadece bir olay karşısında cömertçe hareket edene cömert, sadece bir durum karşısında cesaretle davranan kişiye cesur diyemeyiz. Cömert kişinin benzer olaylar karşısında her zaman cömertçe, cesur kişinin benzer durumlar karşısında her zaman cesurca davranmasını bekleriz. Yani cesaret ve cömertlik erdemlerinin onun ruhuna sirayet edip, onu her durum ve olay karşısında öyle davranmaya itmesi gerektiğini düşünürüz. Fazilet kişinin ruhunda meleke haline getirilebilmişse, o kişinin hem o faziletin bilgisine hem faziletin eylemine sahip olduğunu, dahası o fazilet ekseninde yaşamını tanzim ettiğini düşünürüz. Bu sonuncu merhale ise faziletin alışkanlık haline dönüşmesi ve o kişinin yaşamını ahlâk zaviyesinden kolaylaştırmasıdır. Ancak alışkanlığın bir tehlikeli tarafı da söz konusudur. Alışkanlık idrakin ve iradenin gözünü kör, kulağını sağır etmemelidir. Yani insan, davranışında davranışının değerini takdir etme imkânını hiçbir zaman elden bırakmamalı, alışkanlığının kölesi değil, alışkanlığının hâkimi olmayı başarabilmelidir.

Ferdi ahlâk ve toplumsal ahlâk üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Ferdî siyaset ahlâk, içtimaî ahlâk ise siyasettir. Ahlâkı ve siyaseti birbirinden ayırmamak gerektiğini düşünüyorum. Zira ahlâk mikro siyaset, siyaset ise makro ahlâktır. Ahlâk, mutlu olma, siyaset mutlu kılma sanatıdır. Ahlâk olmadan siyaset anlamsız, siyaset olmadan ahlâk ise güçsüzdür. Ahlâkı siyasetin yönetim disiplini ve yöntemine; siyaseti ise ahlâkın istikamet ve manasına taşımak gerekir. Ahlâkı, ferdin iyi insan olma yolu, siyaseti ise toplumun ortak menfaati inşa etme ufku olarak anlamak mümkündür. Bu işleyişte ahlâkın siyasete, siyasetin ise ahlâka ihtiyacı söz konusudur. Ahlâk, siyasetle tamamlanmalı, siyaset ise ahlâkla bir manaya kavuşmalıdır. İnsan akıllı ve sosyal canlıdır. Onun sosyal canlı olması özü itibarıyla muhtaç bir varlık olduğunu seslendirir. İhtiyacını toplum içinde gidermesi gereken kişinin, ihtiyaçlarını giderirken başka insanların ihtiyaçlarına da cevap verebilmesi beklenir. Bütün parçalardan oluşurken, parçalar kendi manasını bütün içindeki yerinden alır. İnsanın kendi mutluluğunu ararken onun mutluluğunun başkalarının mutluluğunda gezdiğini görebilmesi son derece önemlidir. Mutlu olmanın, mutlu kılmakla sütkardeş olduğunun farkına varılması da bu bakımdan çok değerlidir. O halde ahlâkın siyasetin rakibi olmadığını, bilakis siyasetle tamamlanması ve muhafaza edilmesi gerektiğini ileri sürebiliriz. Her ikisi fert ve toplumda bir araya geldiğinde ise makine gibi işleyen bir sosyal sistem inşa edilmiş olur. Bu sistem velut bir iklime benzer ve şifalı meyveler o iklimde yetişir. İnsan da bu arada topraktan çıkmış şifa verici bir meyvedir, olmalıdır…

Küreselleşme kavramının milletlerin ahlâk anlayışına etkileri hakkında tespitleriniz nedir?

Küreselleşme mevzuu çok derin bir mesele. Tehdit ve imkân olarak küreselleşme meselesini ele almayı önemsiyorum. Yaşadığımız küre, gelişen iletişim ve ulaşım araçlarıyla artık küçüldü. Bu yönde gelişim, yerel dinamikleri tehdit etse de, yerel dinamiklerin kendilerini güncelleyerek, çağın şartlarına göre yenilenerek ve dahası çağın sorunlarına karşı sadra şifa verici şekilde çözüm önerileri geliştirerek tüm küreye birikimlerini ve tecrübelerini tanıtma fırsatı da söz konusudur. O halde küreselleşmenin tehditlerinin farkında olarak imkânlarını keşfetmek ve zenginleştirmek çok daha önemli görülebilir. Küreselleşmeyi bu çerçevede asıl veya amaç olarak değil, araç olarak düşünmeliyiz. İnsanın her söylem veya eyleminin bir hususi, bir de umumi yönünden söz edebiliriz. Hususi tarafı onun yerel ve yerli boyutuna işaret ederken, umumi tarafı onun evrensel boyutunu seslendirir. İnsanın teklifi kendi zamanı ve mekânını ıskalayamaz, zira insan zaman ve mekânla mukayyet olan canlıdır. Ancak, onun fıtratı ilk insandan beri insana dair ortaklıkların taşındığı ontolojik öze işaret eder. Bu bakımdan insanın insana dair söyledikleri ve yaptıkları, kuşkusuz zamanla ve mekânla mukayyet olurken, fıtratı seslendirmeyi başardığı oranda zamanı ve mekânı aşıcı, insanın ortak paydasını seslendirici bir duruma tekabül eder. Ahlâk anlayışlarını da bu bakımdan değerlendirebiliriz. Yatay ve dikey boyutlarıyla güçlü ahlâk telakkileri hem yerel sorunları çözebilen, hem de evrensel bakımdan insanlığa sorun çözücü bir reçete olarak sunulabilecek kıvama sahip anlayışlara işaret eder. Teklifin yerli ve bir yerden oluşturulması değil, o teklifin sorunlara merhem olduğu yerin kapsamı, o teklifin gücünü ve etkisini belirler. Küreselleşmeyi iyi ve kendi hedefleri doğrultusunda gereği gibi etkili kullanmasını bilenler, temerküz ettikleri güçlerini başka toplumların güçlerini de sömürmek için kullanabilirler. O halde durum karşısında ağıt yakmaktan daha ziyade kendi tekliflerimizi inşa etmeye mesai harcamak hem daha makul hem de daha makbul olabilir.

Dünyanın cep telefonu ekranına sığdırıldığı, bütün dinlere dair muhteva ile en aşağılık ahlâksızlığın aynı servis sağlayıcıdan sunulduğu çağımızda ahlâk düzenini tesis etmek nasıl mümkün olacaktır? Bu soruyu şunu da ekleyerek sormak istiyorum: Beyinlerin bireysel telefon ekranlarına odaklandığı günümüzde aile içinde dahi sohbet başta olmak üzere ortak film izlemek, aynı haber ya da tartışma programını takip etmek gibi kavramlar kaybolmanın eşiğine gelmişken, birlikte yaşama kültürünü yeniden nasıl tanzim edeceğiz?

İnsanlığın bilgi alış-veriş ekseni, şifahî gelenekten kitabî geleneğe oradan ise mer’î (görsel) geleneğe doğru kaydı veya genişledi. Burada nazari bakışın yerini görsel ve yüzeysel bakışa bırakması bir tehdit olarak anlaşılabilir. Zira ilkinde derinlemesine, kapsamlı, sistematik ve akli kavrayış söz konusuyken, diğerinde yüzeysel, genel, tahrik ve manipüle edici algılayış kendisini gösterir. Kuşkusuz görsel geleneğin önemsiz olduğunu söylemiyorum. Ona yol ve ufuk verici nazariyattan yoksunluk, büyük bir tehdidi meydana getirir. Nazari ve ameli nazariyatın kaybolmasıyla peyda olan mer’î gelenek, hakikati buharlaştırıp onun yerine ekranlara sığabilen görselleri ikame edebilir. Hakikati arayış yollarının en kadimi olan hikmet, yerini ekranın tahrik edici yönlendiriciliğine bırakırsa, her şeyin hakikat haline getirilebileceği, ölçüsünü takip edici yığınlardan ve popülerlikten alan bir yaklaşım tahakküm edici hâkimiyetini ilan edebilir. Tahakkümün himayesinde hakikat değil, bilakis güç istenci, söylemi ve eylemi belirleyici rolü oynar. Kendi başına amaç olmaktan ziyade araç olan ekranlar, tahakküm gücüyle şekillenen söylem ve eylem tarzlarını alenileştirerek umumileştirme kudretine sahip görünür. Asıl mesele ise ekranlardan uzaklaşmak yerine hakikat eksenli içerik oluşturmak ve bu içeriği güçlü hale getirmektir. Bunun da yolu insanlığın mirasını taşıyan şifahî ve kitabî gelenek tarzlarını yeni gelenek olan mer’î gelenekten beslemekten geçebilir. Söylem ve eylemin yatay ve yüzeysel gücüyle birlikte ona derinlikli bir kıvam kazandırmak, günümüzde çok önemli görünür. Ahlâk özünde mutlu olmak, siyaset mutlu kılmaktır. Mutluluk mahiyeti itibarıyla basittir. Basit olan ise parçalanamaz. O halde mutlu olmaya çalışma iştiyakını mutlu kılma aşkıyla aynı ufukta birleştiremediğimiz takdirde ahlâk ve siyaset birlikteliğini ıskalamış oluruz. Ahlâktan ve ahlâkın beslediği siyasetten uzaklaşmak, ahlâkın gücünü değil, gücün gayri ahlâkiliğini geçer akçe haline getirebilir. Böylesi bir dünya düzeninde ekonomik güç, hukuku; güçlülerin hukuku ise zavallıların ahlâkını belirler. Belirlenen sürü ahlâkı ekranlar vasıtasıyla topluma temessül ettirilir. Çözüm ise basit değildir. Nazari ve ameli her safhada özü gürleştirerek özgürleşme cesaretini göstermek, çözüm arayışının belki ilk halkasını oluşturabilir. Aklın özünde olan düşünme melekesinin körelmesi, insan olma ve kalmanın önündeki en büyük engellerden birisi olarak tebarüz eder. Aklın, vicdanın, iradenin ve hissiyatın el ele vererek taşıyanını iyiye, doğruya ve güzele yönlendirmesi insanlaşma serüvenini meydana getirir. Aklın, vicdanın, iradenin ve hissiyatın üzerinin örtülmesi ise insanı, insanlığa karşı körleştirip sağırlaştırır. Kör ve sağır olan beşerse canavarlaşır. Canavarların en büyük özelliği bencillikleri ve menfaatperestlikleridir. Bencilliğin, menfaatperestliğin ve canavarlaştırıcı güç istencinin panzehiri, fedakârlık, feragat ve îsar erdemleridir. Söz konusu erdemlerin hem bilgisinin hem de eylem tarzlarının yeşertildiği, öğretildiği ve yaşandığı mekân ailemizdir. O halde aile, insanın insanlığa kaçtığı, canavarlaştırıcı temayüllerden uzaklaştırıcı vatanıdır. Öz frenleme sisteminin inşa edildiği aile, bu anlamıyla tahakküm edici güç istencinin taraftarlarının önündeki yıkılması gereken kaledir. İnsan olma ve kalma sevdalıları içinse terkedilmemesi gereken okçular tepesidir. Paylaşmayı, tahammül etmeyi, sevmeyi sevilmeyi, hürmeti, hizmeti, merhameti kavrayıp tecrübe ettiğimiz, yaşadığımız zemin ailedir. O halde aile bu anlamıyla bizim insanlık mektebimizdir. Dahası aile bizim yekdiğerimizle bir arada yaşama ahlâkı ve hukukunu inşa ettiğimiz, topluma yaydığımız sosyal organizmamızdır. Aileyi güçlendirmemiz ben, sen, o, zamirlerini biz şuuruna vardırma imkânını bize tanıdığı gibi, biz şuurunun topluma yansıtılma gücünü devşirebileceğimiz maden ocağını faaliyete geçirmeye tekabül eder. Her şeye rağmen inşa edip korumamız gereken, dâhili ve harici virüsleri yok edecek sosyal bünyenin kök hücrelerinin vatanı olan aile, zayıfladığı anda sosyal bünyemizin de zarar göreceğini unutmamak gerekir. Unutmamalıyız ki, birlikte yaşama hukuku ve ahlâkını inşa etmeye başlayacağımız ilk yer ailemizdir.

DEVAM EDECEK

MUSTAFA GÜDEN

Editör: TE Bilişim