Konya’nın gayretkeş Sami Kala hocasının oğlu Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Dekan Yardımcısı, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Muhammet Enes Kala, önemli değerlendirmeler yaptı. 15 Temmuz’a dair dikkat çeken açıklamalar yapan Kala, “Tarihiyle, geleneğiyle, farklılıkları zenginlik haline getirici hususiyetiyle özel bir yere sahip olan Türkiye’de 15 Temmuz, darbe kisvesi altında bir işgal girişimiydi. Bu işgal girişimi hem milli iradeye hem de tarihi şekillendirici fail olan Türkiye’ye karşı dışarıda planlanmış, içerideki kuklalarla uygulamaya konulmuş ama milletin çelikten iradesine çarparak akamete uğratılmıştır” dedi.

Ülkemiz yakın geçmişte ‘benim şahsi tespitime göre’ darbe görünümlü bir işgal girişimine maruz kaldı. Siz de “Darbeye Kafa Tutmanın İnsani İmkânı” başlıklı bir makale yazdınız. Türk Devletleri tarihinde yüzlerce defa darbe yaşanmıştır. Cumhuriyetimizde de 27 Mayıs, 71 Muhtırası, 12 Eylül, 28 Şubat ve Nihayet 15 Temmuz gibi girişimler olmuştur. Bunlar arasında sadece 15 Temmuz’da darbeye kitleler halinde kafa tutmuş olmamızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyal bünyenin sağlıklı şekilde inşasını ve muhafaza edilmesini çok önemli görüyorum. Sosyal bünye, toplumu tahrip edici dâhili ve harici virüslere direnç gösterme gücümüzü gösterir. Söz konusu bünyede herkesin kendi işiyle meşgul olurken bütünün işinin görülmesi güzelliği kendisini hissettirir. Sosyal bünyenin kaynağıysa milli iradedir. Milli irade sağlıklı şekilde tezahür edebilirse sosyal bünyenin inşasından söz edebiliriz. Sosyal bünye içinde en büyük güç tahammül sınırının esnekliği ve cevvaliyetidir. İnsanlarının birbirine tahammül etme erdemini tecessüm ettiren, kendi iradesine sahip çıkabilen, yer altı ve üstü kaynaklarını kullanma konusunda kendi kararını kendisi verebilen, tarihe bir teklif sunabilme öz güvenini gösterebilen toplumun sosyal bünyesi güçlüdür. Bu bünyede bizlik şuuru, benlik, senlik davasını aşıp yaşanan ulvi bir hali gözler önüne serer. Tarihiyle, geleneğiyle, farklılıkları zenginlik haline getirici hususiyetiyle özel bir yere sahip olan Türkiye’de 15 Temmuz, darbe kisvesi altında bir işgal girişimiydi. Bu işgal girişimi hem milli iradeye hem de tarihi şekillendirici fail olan Türkiye’ye karşı dışarıda planlanmış, içerideki kuklalarla uygulamaya konulmuş ama milletin çelikten iradesine çarparak akamete uğratılmıştı. Kuşkusuz milletin haysiyet kıyamına durmasına neden olan birçok gerekçe sayılabilir. Bunlardan önemsediğim birkaç tanesini ifade edebilirim. Milletin tarihten temerküz edegelen şuurunda bu darbe girişiminin altındaki işgal girişimi tefrik edilebildi. Milletin iradesinin önemsendiği ve baş tacı edildiği süreçte bu iradenin birileri tarafından yok sayılması milletin gazabını celbetti. Tarihte darbeler karşısındaki suskunluğun bir kabulleniş değil bilakis isyan kazanını kaynattığı açığa çıkarılmış oldu. Gelişen iletişim kanalları gelişmelerin çok hızlı yayılmasına imkân sağladı. Son olarak ve her şeyden önemlisi i’lâ-yı kelimetullahın kalesi olan Türkiye’ye Yüce Mevla nusretini gönderdi.

İngiltere, Almanya ve Pakistan’da eğitim amacıyla bulundunuz. Doğu ile batı arasında ahlâkın seyri hakkında bir tespit yaptınız mı?

Ahlâkın merkezinde olan canlı insandır. Ahlâk felsefesi tarihine baktığımızda batı dünyası için paradigmatik dönüşümlerin yaşandığını görebiliyoruz. Batı’da Tanrı ve insan ilişkisi genel şekilde iki şekilde tezahür etmiş görünür; Tanrının insanlaştırılması ve insanın Tanrılaştırılması… Kurgusal İsa ile Tanrı insanlaştırılmış ve insandaki tanrısallık kiliseye havale edilmiştir. Ortaçağ Batı dünyasında kilise merkezli ve tek tipleştirici dünya görüşü, her bir alanın var olabilme imkânını kilisenin onayına bırakmış gibidir. Burada kilise onaylı insani her türlü nazari faaliyet özgürlüğünü ve özgünlüğünü yitirmiş görünür. Bu baskıcı ortam Luther’in Katolik kilisesini protestosuyla rahatlatılınca, bu sefer akıl ve imanın birbirinden ayrılarak iki saha arasındaki dikotomiye sebebiyet verdiğini fark ediyoruz. Aklın hâkimiyet alanı bilim olurken, irade merkezli iman alanının hâkimiyet alanı din olmuş oluyor. Kiliseye iman bahsiyle bastırılan aklın esaretten kurtulması, bu sefer her ifratın tefritini doğurması gibi inanç karşısında aklın tekelleşmesini meydana getiriyor. O halde yeni düzende, Aydınlanmayla beraber adeta aklın onayını alamayan hiçbir şeyin bir değere sahip olamayacağı inancı hâkim olmaya başlar görünür. Katolik kilisesi yerini akılla vaftiz edilmiş bilim kilisesine bırakır. Ancak değişmeyen şey yine bu yeni düzende de tahakküm edici tavır olur. Yeni durumda, ahlâk dinden ve siyasetten tecrit edilmiş dahası bilim haline getirilmesi gereken pratik bir alan olarak ele alınır. Olunan bir halden ziyade ahlâk, üzerinde konuşulan ve ahkâm kesilen akademik pratik haller dizgesinin adı olur. Bu durum Hobbes, Hume, Kant, Bentham ve Mill ile tahkim edilerek sistematik hale getirilir. İslam ahlâk felsefesinin de derdi büyüktür bence. Onun en büyük derdi, gelenekte büyüyerek ve güncellenerek gelen ahlâk felsefesi sistematiğini 18. Yüzyıldan sonra çağa hâkim olacak ve güçlü bir teklife büründürülecek şekilde güncelleyememiş olmasıdır. Ahlâk, İslam düşüncesinde bilinen, eylenen ve nihayetinde olunan hal olarak kabul edilir. Yaşama sirayet etmeyen düşüncenin ehemmiyeti tartışmalıdır. Ahlâkı taşıyan İslam düşüncesinde kitaplarla birlikte bizzat insanların yaşamları olmuştur. Şu anda Batı, ahlâkı tüm insanları kapsayıcı şekilde yeniden hayatın damarlarında nasıl tedavüle sokabiliriz meselesini düşünürken, Müslümanlar ise ahlâk düşüncesi geleneğini yeniden keşfedip, vaaz-ı cedidi nasıl yapabiliriz, dünyaya yeni ve taze bir teklifi tekrar nasıl sunabiliriz meselesi üzerinde kafa yormaktadırlar, yormalıdırlar...

Ahlâk ve İktisat üzerine bir çalışma yaptınız. Bu çalışmadaki gayelerinizden bahsetmeniz mümkün mü?

İnsan, bir taraftan sorunların kaynağıyken diğer taraftan neden olduğu sorunların çözüm imkânıdır. Sosyal denklemler de bir tür denklem olarak matematik denklemleri gibi eşitliğin bir tarafını sabit bir değerde eşitleyerek çözülebilir görünür. Sosyal denklemlerin çözüm kümesinin imkânı, eşitliği insanda sabitlemekle mümkündür. Burada ayrıca çözüm imkânı aynı zamanda iki hududa riayet etme gerekliliğini de bize hatırlatır. İnsanın tüm yaşamının bu bakımdan iki ana hat üzerinde cereyan ettiğini ifade edebiliriz. Hudûd’ullah ve hudûdu’l-ibâd arasında yaşaması gereken insan, bu sınırlara riayet etmediğinde sorunların kaynağı, bu hudutlar arasında samimiyetle yekdiğerine ufuk olarak ve insan haysiyetini merkeze almak suretiyle bireysel ve toplumsal yaşamını kurguladığında ise sorunların çözüm imkânı haline gelebilir. Ahlâk dediğimiz alanın bu sınırlar arasında yaşama şuuruna işaret ettiğini de düşünebiliriz. Batı kaynaklı günümüz modern iktisat anlayışının pratikte kendisini açtığı veçheyi göz önünde tutarak duruma baktığımızda, tüm iktisadi sistemin hiçbir sınır tanımayan, sınırlandırılması kötü kabul edilen bir özgürlük anlayışı ekseninde kurulmuş olduğunu fark edebiliriz. Böylesi bir anlayış ise insana, gayesinin hazlarını en üst düzeye çıkarması olduğunu telkin eder. Zira dayandığı kabul, yeryüzü kaynaklarının sınırlı, insanın ihtiyaçlarının ise sınırsız olacağına ilişkindir. Hâlbuki kendisini iradi olarak sınırlandırması ve ahlâkî şuuru canlı tutması gereken insan, her istediğini yapmayı değil, her istediğini yapmamayı tercih etmeyi başarabildiğinde hür olduğunun bilincine varır. İnsana değerini kazandıran, dahası onu yekdiğeri ile bir arada hakkaniyet ve adaletle yaşamasına olanak tanıyan husus da çok önemsediğim ahlâkî şuurdur. Ameli ve nazari düşünce geleneğimize sinen iktisat anlayışımız, bizlere öncelikle üretimde insanın haddini bilmesini, sonra tüketimde ona lütfedilmiş olan nimetleri tasarruflu kullanmasını, bölüşümde, yekdiğeriyle olan ilişkisinde adaletli olmasını ve tüm yaşamında itidal üzere olmasını hatırlatır. O halde karşımıza tahakküm merkezli iktisat anlayışıyla hikmet merkezli iktisat anlayışı çıkar. Kuşkusuz hikmet merkezli, insan haysiyetini baş tacı eden, insanı iyi-huzurlu-insana yaraşır şekilde yaşatmayı hedefleyen yaklaşım hikmet merkezli olandır. Yaptığımız çalışmada bu mukayesenin hem teknik hem nazari hem de ameli taraflarını keşfetmeyi hedeflemiştik. Bunda başarılı olduğumuza inanıyorum. Çalışmanın sonunda çıkan sonuç bildirgesi ise hayati önemini koruyan birçok noktayı dile getirmektedir.

Sizin tespitlerinize göre batıda nasıl bir İslam algısı var? Batılı devletlerin İslam’a karşı nefret söylemlerine ve eylemlerine tanık oluyoruz. Sizin bu konuda tespitleriniz nedir?

Batı’nın tarihine baktığımızda İslam’a ilişkin birbirinin rakibi olarak değerlendirilebilecek tavırlara şahit oluyoruz. Endülüs tecrübesinin Batı’nın bilime ve fenne bakan yüzünün kurucu motivasyonuna işaret ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu açıdan Aydınlanmanın önemli filozoflarından Francis Bacon’un New Atlantis adlı eserinin ilk kapak resminde Cebelitarık’ı geçen bir geminin resmedildiğini görürüz. O gemi Batının medeniyet kaynağı olan Endülüs’e gitmektedir. Endülüs 1492 yılında barbarca yerle yeksan edilmiştir ama oranın medeniyet kurucu hayaleti Batıda iyiye, güzele ve doğruya işaret edecek şekilde dolaşmaktadır. Bu ruha istinaden Batı’nın İslam’a karşı tavrını olumsuz olarak tek tipleştirmememiz gerektiğini de düşünüyorum. Batı’da İslam’a karşı nefret söylemlerinde bulunanlar kadar, meselelere hakkaniyetle ve İslam’a empatiyle yaklaşan çok değerli simalar vardır ve bunların varlığını es geçemeyiz. O halde Batı’da İslam algısından değil algılarından söz etmek daha doğru olur. Kuşkusuz bu diğergam bakışın nedenlerinden de bahsedebiliriz. Ancak bu nedenlerden bahsetmek ve her birisini teşrih etmeye kalkışmak bu mülakatın sınırını aşacaktır. Burada belki şunu söylemekle iktifa edebiliriz. İslam, Batı için öteki de olsa önemli bir gerçekliktir. Zamanında belki Müslümanlar Batı’nın dışında yer almaktaydı ama artık Müslümanlar Batı’nın kaderine ortak olan vatandaşlar olmuştur. Onları yanlış tanımanın hiç kimseye faydası yoktur. Batı’nın kılcal damarlarına kadar giren Müslümanları doğru tanımak, onlarla iyi geçinmenin yollarını bulmak, onların inançlarına en azından tahammül edebilmeyi öğrenmek, temel insan haklarına saygıda kusur etmemek hem orada yaşayan Müslümanlara hem de onların yaşadığı coğrafyaya kazandıracaktır. Bu açıdan Batı’da İslam’a karşı olumsuz, tahakküm edici, nefret doğurucu söylem ve politikalar söz konusu olurken, bunu Batı’nın İslam’a ve Müslümanlara karşı tek tavrı olarak görmek bizi eleştirdiğimizin kötü bir talebesi yapar. O tavırları görüp tel’in ederken, o tavırlara karşı İslam’ı Batı’nın gerçeği ve geleceği olarak gören tavırların da olduğunu görüp, dahası bu tavırları takdir edip, görünür kılmak için çaba sarf etmek çok daha anlamlı olabilir. Nihayetinde anlaşmak için lazım olan en büyük erdem samimiyettir. Kazan-Kazan politikası dururken, düşmanı öğretmenlerimiz olarak görmek kaybettirici olur. Yıkıcı-tahakküm edici-nefret söylemi inşa edici Batı dışında, kurucu-muhatap alınabilir-yapıcı ve diğergamlığa meyyal Batı’nın varlığını da tefrik edebiliriz, kuşkusuz ilkinin sesi daha çok çıkıyor ama ne var ki hakikat sesle ölçülmüyor…

Özgürlüğün tanımını yapar mısınız? Sınırsız özgürlük olur mu? Nerede başlar, nerede biter?

Özgürlüğün aslına bakılırsa birçok tanımı yapılmaya çalışılmış. En genel çerçevede özgürlük insanın engellenmeme hali olarak ifade edilmiş. Fakat böylesi bir tanımın iradeden neşet eden hürriyeti tanımlamakta oldukça yetersiz kaldığını düşünüyorum. Zira önemli filozoflardan birisi olan Kant’tan mülhem söyleyecek olursak, hürriyet insanın arzu ettiği şeyi tercih etmemesinden veya arzu etmediği şeyi tercih etmesinden doğar. Merhum Necati Öner’in düşüncelerinden istifade ederek dillendirirsek, her tercihin kökeninde bir bilgi ve hamle gücü yatar. Bu önerme doğruysa akıl ve iradenin ancak hürriyetle açığa çıkabileceğini söylemiş oluruz. O halde hürriyet insanın her istediğini yapması değil, her istediğini yapmamasıdır. Bir İngiliz filozofunun teşbihini çok kıymetli buluyorum. Bir oda için duvarlar neyse, hürriyet için de sınırlar odur. Hürriyet bu açıdan bakıldığında sınırlandırma ve engellenme hali üzerine anlaşılabilir. Yapmayı yapmamaya, yapmamayı yapmaya tercih ettiren sebeplere baktığımızda o sebeplerin de bir diğer insanın beninin/haysiyetinin başladığı sınırdan doğduğunu görürüz. Kişinin hürriyetinin hem anlamı hem de imkânı karşıdakinin haklarının sınırlarıyla tayin olunur. İnsanın hürriyetinin sınırını ise sadece başka bir insanın hakkı belirlemez. Hürriyetin sınırının anlaşılabileceği ve yaşanabileceği zemin hikmettir. Hikmet ve tahakküm aynı kökten gelir ama birisinden adalet, diğerinden zulmet neşet eder. Hikemi yaklaşım, insanın yöneldiği her neyse o şeye, o şeyi var kılan hususiyetlere hürmetle yönelmekten, tahakküm edici yaklaşım ise yönelinen şey ne olursa olsun, ona yönelenin isteği ve menfaatini dikte etmekten doğar. Hürriyet, hikemi yaklaşımla yönelinen bir tavır sonucu kabullenmek ve itminana ulaşabilmek şuurudur. İnsanın âlemlerle, yekdiğerleriyle ve Allah ile ilişkisinde kendisini kaybetmeden, yöneldiğinde kaybolmadan sürdürdüğü iletişim, hürriyetin yaşanma hallerini seslendirir. Bu hürriyete sahip olan kişi için zamanın ve mekânın hürriyeti tayin etme gibi bir özelliği söz konusu değildir. Bu kişi nerede ve hangi durumda olursa olsun, ne zaman yaşarsa yaşasın her daim hürriyet neşidelerini terennüm eder.

Çocukluk yıllarınızın bir bölümü Konya’da geçti ve zaman zaman muhtelif vesilelerle Konya’ya geldiğiniz de oluyor. Konya’ya ilişkin son sözlerinizi alarak bitirelim.

Konya Anadolumuzun inci şehirlerinden birisidir. Konya sadece kent değil, aynı zamanda şehirdir. Şehir kentin ruhu, kent şehrin bedenidir. O halde bir şehir olan Konya’nın Mevlana’da temsil edilen ruhu vardır. O ruh, insana geçmişi hatırlatırken geleceği inşa etme iştiyakı verir. Tabiatın cevval hareketlerini soluma imkânı sunar. Son olarak yaşanan yeri metafizik iklimin tanığı kılarak, içinde meskûn olanın şahsiyetinin şekillenmesine imkân sağlar. Ruhu olan şehirlerde yaşayanlar diridir, dirilticidir. Konya muhabbeti bende gerçekten çok derindir. Konyalılara kalbi selam ve hürmetlerimiz sunuyor, size de şükranlarımı iletiyorum.

MUSTAFA GÜDEN

Editör: TE Bilişim