Günler başlıyor fakat gün aymıyordu.

Ah sabahlar biraz daha geç gelseniz ya… Özellikle de kış mevsimi öncesinden başlayarak ilkbahara kadar uykumuzun en tatlı yerinde “the and” yazısının çıkmasıyla siyah ekranın anında göz kamaştırarak beyaza dönmesi gibi bizi uyandırmaya çalışmasanız…

Hadi bunu yine anladık, anlamak istemesek de! Hafta içi mecburiyetler olduğundan dolayı zorunluluklar var. Fakat hafta sonlarına ne demeli?..

O günde öyleydi işte…

Hafta sonu olup, istemsizce uyanmış; oflaya poflaya sıcacık yatağına, yastığına ve yorganına dert yanıyordu. Gecesinde yine ertesi gün öğlene kadar uyumayı hayal ettiği ama kurulan bir alarm gibi sabahın erken saatinde gözleri açılan bir güne isteksizce gözlerini açmıştı... Şimdi ne kadar uyumak için çabalasa da o güzel rüyasına tekrar dönemeyecekti.

Dudak büzerek yerinden doğruldu. Etrafına bir göz attı. Odası bir hafta içi serüvenini daha atlatmış, altı üstüne gelmişti. Gardırobunun içi; indirim olan mağazalarda kadınların kıyafetleri kapışmasından sonra geriye kalan öksüz kıyafetlerin birbirine dolanmış kolları gibi birbiri ile ağ örmüştü. Çalışma masasında açık kalan dizüstü bilgisayarı; “pilim dayanmıyor, ekranımı tutamıyorum, kapat beni” diye yalvarıyordu. Birkaç okuma kitabına başlamış fakat hiçbirini tamamen bitirememişti. “Ne maymun iştahlı bir insan bu” diye kınıyorlardı onu…

Beraber mutlu olduğu anlaşılan sadece yatağı, yorganı ve yastığı vardı. Onlar bütünleşmeyi, dağınık olmayı seviyorlardı. Halinden memnun olan yalnızca onlardı sanırım…

Umutsuzca etrafına baktı. Düzenlemesi gereken ne çok şey vardı. Yine de görmemezlikten gelerek bir hevesle; “Neyse, bari günümü güzel bir şekilde planlayım…” diye düşündü. Ortalıkta dağınıklık yapan her şeyi bir yerlere tıkıştırdı. Görünmeyenleri yok sayıp hazırlanmaya başladı. Evde zaman geçirmek istemiyordu. Rahatsızdı bu durumdan fakat kendine vakit ayırmalıydı…

Güzelce kıyafetlerini giydi. Makyajını yaptı. Parfümünü sıktı. “İşte hazırım!” dedi. Kapıdan çıkarken bir şey unuttuğunu fark etti. Pembe fondöten! Anlık bir hareketle onu da yüzüne boca etti. Kim farkına varırdı ki şimdi; dağınıklığının, yorgunluğunun, mutsuzluğunun ve içinde kokuşmuş kötü insanların ihanetlerinin?.. Hepsini gizlemişti işte…

Jilet gibi giyinip, tüm dağınıklığını gizlemiş… Pürüzsüz bir ciltle, yorgunluğunu alt etmiş… Mis gibi çiçeksi kokusu ile içinde can çekişen yıllanmış ihanetlerin tüm üzerine sinmişliğini silmiş… Son olarak da pembe bir fondötenle hiç olmadığı kadar mutlu görünerek insan içine kendini atmıştı. Kusursuzdu.  

Çünkü herkes dışarda; yeni yola dökülmüş pürüzsüz ve çizgileri belirgin bir asfalt gibi hayatta seyrediyordu. Kim bilecekti bu mükemmelliğin altında gezinen nice fareleri ve harabati?..  Bilmemesi daha iyiydi zaten… Çünkü güçlü görünmeleri gerekiyordu birbirlerine… Kusurlar zayıflığı, zayıflıkta horgörüyü akabinde getirirdi.

Kim acınılası bir kişiliğe sahip olmak isterdi ki?

Gösterişi, övüncü, pofpoflanmayı severiz. Ama komik duruma düşmeyi, acınmayı, “neyin var?” sorusuna muhatap olmayı hiç kimse istemez. (Bu durumlar kime göre belirleniyor tartışılır.) Aslında acizliğimiz, kusursuzluğumuzdan… Gizlenmek yerine “ben böyleyim” diyebilmeli insan… Bir kalıba girmek yerine, hayatın karanlık günlerine kocaman bir “merhaba” sunabilmeli… Mutsuzsa da göz damlaları ile yüz çizgilerine gizlenen umutsuzlukları temizleyebilmeli…

Her halini, gizlemeden yaşayabilmeli… Klonlanmış insanlardan oluşan bir dünya yerine, farklılıkları ile mutlu bireyler olabilmek dileğiyle…