Küçüktüm, ufacıktım, top oynadım, acıktım…

Biz eğlencenin çocuklar arasında bir iletişim, çocuklar arasında bir paylaşım alışkanlıklarına vesile olacağını bilirdik. Biz eğlencenin çocuklar arasında bir kaynaşma bir uzlaşma ve yarınlar için bir şeyler yapabilme birlikteliğine bir başlangıcın eşiği olabileceğini sanırdık. Biz eğlenceyi kardeşlik, eşitlik, hoşgörü ve barış içinde yaşamanın ilk labirentleri olarak tanırdık.

Yine yanılmış yanıltılmışız. Eğlence sadece çocuklar için özel günlerde yapılan bir riyüel değilmiş. Yine yanılmışız, eğlence nöbetleri her zaman gülücükler, öpücükler ihtiva etmiyormuş. Eğlence yer, zamanı ve adamı itibariyle farklılıklar arz eden bir tezahürmüş. İnsanın ruh ve bedenden olduğu tasavvur edilince haliyle doyum odaklarında farklı olduğu akla gelmelidir. Madde kendisiyle ruh da kendisiyle doyum aşamasına gelecektir. 

İlk insan yaradanın ‘ol’ demesiyle oldu ama daha sonra bu gerçeği kavramakta zorlananlara kolaylık olsun ve neslinin türemesinde bir bağlantı kurabilsin diye, yeni insanların ve diğer canlıların dünyaya gelişlerini dişileriyle erkeklerinin birleşmesine referans etti. Yoksa ilk yaratılışta olduğu gibi her insan yaratacağında “ol” der insan olurdu. 

Peki, yaratıcı ol diyerek tüm yaratılmışları yaratma kudretine sahipken niye böyle bir vesileye başvurmuş olabilir? Tabi ki eskilerin tabiriyle “ hikmetinden sual olunmaz” sözcüğünü kullandıktan sonra nacizane şöyle yorum yapmak istiyorum: 

Yaratıcı meleklerden başka kendisine insan adını verdiği bir yaratık yaratmak istedi. Bu yaratık kendisine ibadet edecek, günah işleyecek, tövbe edecek, günahı af olacak, kan dökecek, hak yiyecek vs… Bu plağın bir yüzü, diğer yüzü ise dünyada kendini temsil ederken kulluk ve ibadette azami hata yapmamaya özen gösteren salih kulları. Sahi neden böylesine engebeli bir insan yaratmayı istemiş olabilir yaratıcı? Yine sorunun cevabı, hikmeti kendinde gizli olmasıyla birlikte böyle bir insan yaratmamış olsaydı insan denen varlık olmayacak dolayısıyla dünya gezegeni de olmayacaktı.

Yaratıcı hayatı bir mihenk taşı, bir usuller silsilesi, bir başlangıç ve sonucu olan serüven olarak yarattı ki anlamı, manası ve gayesi olsun. İnsan diğer canlılardan farklıydı. O, tabiri caizse her şeye, yağmura, kara, kışa kıyamete aldırmadan ayakta duran koca Çınar’ın, her duruşunda bir mana ve önem yüklüydü. Yaratıcı onu öylesine kuşatmış öylesine kendisinden bir parça yapmış ki onu bu gezegende kendisinin halefi, temsilcisi payesiyle ödüllendirmiştir.

O, insan geceyle gündüz, heceyle harf, kelimeyle cümle arasında yer ve zemine göre değeri ve derinliği anlaşılan bir et bir eklem bir nüvedir. Çekirdek o, kök o, dal o, yaprak odur. O insanı, dünyayı yüzüsuyu hürmetine yarattığı hemcinsinin türünden yaratmış, ona çalışıp yükselme, tembellik yapıp alçalma seçenekleri sunmuştur… Diğer yaratıkla insanın tek farkı bu olsa gerek. Diğer canlıların ve diğer yaratıkların tek gayesi vardır, içgüdüleri doğrultusunda kime, niye yaşadığını düşünmeden yaşamak neslini devam ettirmek için üremektir.

İnsan için yaratılan gezegen bile tek göreve amadedir. Mevsimler de öyle; ilkbaharda çiçekler açar, sonbaharda yapraklar dökülür. Ne bir çiçek ilkbaharda hem çiçek açmayacağım diye düşünme ve bu hayatın olağan akışına karşı gelmek gibi bir eyleme girme düşüncesine sapar ne de bir meyve ağacı bu yaz meyve vermek istemiyorum isyan ediyorum bu gidişata protestosuna öncülük eder.

İnsansız bir gezegen aslında çok rahat çok sorumsuz ve çok adi bir gezegen olurdu. Yaratıcı dünyayı insanların tarım alanı, imtihan alanı, kazanma veya kaybetme alanı yarattı. Ya çalışıp imtihanda başarılı olacak yaratılışına uygun bir şekilde yaşayıp senden istenen hedefe varacaksın ya da isyan edip hem dünyanı hem de uhranı yakacaksın. Gayesiz yaratıldığını düşünen insan baştan sona kaybetmiş demektir, dünyanın âhiretin ekin tarlası olduğu gerçeğini.

Çalışmak çalışmak çalışmak… Her ne kadar Allah’ın oku emriyle sözüne başlasa da sözde aydınlarımızın yaklaşık bir asırdır uyu uyu yat yat uyu sözlerine inat uyutma telkinlerine rağmen her bilinçli insanın rahatlıkla kavrayabileceği bir gerçektir. İnsan başıboş yaratılmamıştır. O içinde, özünde yaratıcının özünü ve suretini saklamaktadır. Onun içindir ki “halka yardım hakka yardımdır.” Onun içindir ki onun sevgili elçilerine itaat ona iteattir. Onun içindir ki kulluk yalnız ona yapılır,  zor anlarımızda yalnız ondan yardım istenir. 

Eski çocuk oyunları güzeldi. Yeni sözde çocuk oyunlarından farklı olarak her biri bir gergef gibi ince dokunmuş ince işlenmiş, çocuğa farkına varmadan bir şeyler öğretme amacını hedeflemiştir. Mesela kale yıkmaca bir düşmanla savaşmanın, kaleleri yıkılanın da teslim olmasının gerekli olduğunu işlerken, kaybetmenin ve kazanmanın da ne anlama geldiğini öğretiyordur küçüğe. Ta ki biz çocuklar arası eğlencenin, kaynaşmanın esas eğlencenin sezdirilmeden büyükler arasında yaşandığı gerçeğini kavrayana kadar.

Çocuk masumdur. Bir arkadaşıyla bazı şeyleri paylaşırken bu eylemini kendi geleceği için bir yatırım olarak görmez ya da bir arkadaşına bir oyuncağını verirken bunun kendisi için ileriye dönük bir yatırım olabileceğini tasarlamaz. Eğlencenin büyükler arasında olması tüm bu masumiyet putlarını bir bir devirmiş, yerine yeni firavunlar, yeni nemrutlar dikmeye başlamıştır. Yaratılış ekseninden günden güne uzaklaşan beşeriyetin yeni putları; torbaları ve heybeleridir. Bu torbalar ve heybeler öyle bizim çocukluğumuzda olduğu gibi birkaç kişinin karnını doyurabileceği çıkından ibaret değildir. Sahne geniş, oyuncu kurgulu, eğlence kuruntuludur. Dün güzelliklerle vakit geçirmeyi eğlence sayan insanlar artık bu alışkanlıklarından bıkmış, usanmış olsalar gerek, yeni eğlencelerini gözyaşı ve insan kanı üzerine kurguluyorlar.

Benlikten bellekten ve merkezden sapma insanı meleklikle şeytanlık arasındaki merkezden uzaklaştırmış en adi yaratıklar koğuşuna itelemiştir. Şimdi bu adi yaratık koğuşunda ölüm kalım savaşı veren benliğini kaybetmiş insan müsveddeleri zekerat-ü mevt hallerinde bile yaptıkları işkenceleri bir macera gibi göstererek asil insanları kandırma yoluna giderken içlerindeki acının dozajını azaltma yoluna gittiklerini gizleme çabası içindeler. Evet, bu insanlık merkezinden uzaklaştıklarının bile farkına varmayan insan müsveddelerinin asıl maksatları, cehaletlerini örtbas etmek için yaptıkları son çırpınışlarıdır. Gülmek iki hece, ağlamak üç hecedir. Gülmek ağlamaktan daha kolay güldürmek ağlatmaktan daha basittir. İnsanın yaratılmışlar içinde zayıf bünyesine ve cahilliğine rağmen zoru seçmesi kendi yetkisi dâhilinde değildir. Çünkü onun yaratılışı bir gayeye bir amaca endekslidir.

İnsan diğer canlılara göre misyon sahibidir. Yaptığı- yapmadığı yediği-yemediği giydiği ve giymediğinden günün birinde tek tek hesaba çekilecek mükâfat veya cezasını görecektir. Madem külfeti yüklenmek kendi yedi kudretinde olmayan insanın böyle bir sorumluluğun altına girerken iradesi elinde değil öyleyse sorumluluğun yerine getirilip getirilmemesi sonucunda elde edeceği sevap ve günahın da ne şekilde olacağı hususunda da söz sahibi değildir. Onu sorumluluk altına koyan yaratıcı ürününü kumaşını iyi bilmekte, ondan çıkan elbisenin de kalitesine göre rayiç bedelini tespit etmektedir. İlim istenince mal ise isteyince elde edilen iki varlıktır.

İlim yolunu tercih edenler uzun yolu, zor yolu tercih etmişlerdir. Ucu bucağı belli olmayan bir vaha, bir okyanus, bir ummandır. Siz ne zaman ayaklarınızı onun kıyısında serinletmek için içine soksanız sizi birden yüzme hevesi kaplayacak içine doğru çekecektir. Ne zaman ayaklarınızın biraz serinlemesi içinizdeki ateşin pörsümesine vesile olmaya başlayacak birden gözlerinize çok uzaklarda yanan başka bir ateşinde pörsümesi için adım atmanız gerektiği hissini doğurtacaktır. 

Düşmek zordur, düşürmek çok kolay. Bir insanı karalamak çok kolaydır. İnsanın içinde barındırdığı ruh âleminin soytarı yönü daima onu şeytanın yanına çekmek için uyanıktır. Ve küçük bir hatasını beklemektedir. Kovulmuşluk, itilmişlik onu hırçınlaştırmış, intikam hissi içini alev alev yakmaktadır. Şeytan kendisi bizatihi kandırma zahmetine bile katlanmadan kendisinden daha ileride giden insanları çalmış, onları istediği gibi uzaktan kumanda ile yürütmenin huzuru için zaman zaman yeni, çılgın sahne arayışlarına kapılmakta yeni maceralar için kapı aralamaktadır. 

Merkezden uzaklaşma çapkınlığın, çılgınlığın ve vurgunluğun başlangıcıdır. Oysa bu bilince varılsa hiçbir kişi başkasına zarar verme gibi bir eylemi düşünmeyecek, tasarlamayacak, insanoğlu da hayatını gayet rahat bir ortamda sürdürecektir.

Sahi insandan yapması istenen tamamen bu mudur? O zaman yaratıcı ikilemi niye yaratmıştır acaba? İmtihana gerek var mıdır? İmtihan yoksa ders çalışmaya gerek var mıdır? Ders yoksa okula gerek var mıdır? Vs… Demek insanlık tek düzenek halinde yaratılmamıştır. Ne hayvanlar gibi niçin, neye yaşadığının bilincine varmadan hayatlarını ikame ettirmek için yerler, nesillerini devam ettirmek için çiftleşirler, ne de ibadet etmekten başka bir şey yapma ve düşünme melekesi olmayan melekler gibi yalnız yaratıcıya ibadet ederler.

O, bir olanın ikisidir. O, tek tanrının gölgesi olan yaratık aynı zamanda diğer canlılar gibi ne tek başına melek ne de gayesiz behaindir. O, hem melek, hem hayvan, hem resim, hem surettir. O, kendilerine elçi olarak gönderilenin hemcinsi, o kendisinin yüzü suyu hürmetine yaratılan alemde yaratıcının resmi, halifesi olarak kâinatın ta kendisidir. 

Tüm bu hasletleri, halvetleri içinde barındıran insan, ne zaman ki heybesinin gözlerindeki ağırlığı dengelemiş azgın sulardan geçmiştir, ne zaman ki denklerdeki ağırlığın endazesini kaçırmış azgın sularda boğulmuş ya da boğulmamak için son ümitlerini toplayarak yeniden dirilme hevesine kapılmıştır. Heybesiyle azgın suları geçen insan, dere kenarında duran çocukları ya denginin sağ tarafında duran leziz meyvelerle sevindirecekler ya da yıllardır yollarını bekleyen çocuklara heybelerinin sol denginde bulunan zakkum meyvelerini verecek onların yaşam sevinçlerini sonlandıracaklardı.

Büyükler, büyük eğlenceler, sirkler, gösteriler peşindedir. Küçükler de o eski eğlence günlerini çoktan unutmuş büyüklerden yeni elma şekerleri ikram etmesini beklemekteler. Ne zaman büyükler eğlencenin güzelde, güzellikte, yaratılış merkezinde olacağını kavrayacaklar, işte o zaman beklenen an gelecek, yarının çocuklarının bekleyişi anlamına kavuşacaktır.

Sahneler, giysiler, isimler, renkler ve diller ayrı ayrı olsa da yapılan, sahnelenen, aynı senaryo aynı gösteri, ister türübünden seyret ister içine at kendini, yangının ortasına, yanmadan ayakta durmasını öğrenmişsen her iki durumda ayakta kalacaksın, öğrenmemişsen er veya geç sen de yanacaksın. Seyirci kalmayıp önce yanmamayı sonra da yangını söndürmeyi öğrenmelisin. Yangınla aramızdaki mesafe bizi aldatmasın. Rüzgârın yarın dönmeyeceğinin kimse garantisini veremez.

Artık prangaları kırma zamanı çoktan gelmiş geçiyor. Ya tüm gücümüzü alır esirliğimize son veririz ya da esaretimize boyun eğer esas kulluk yapmamız gerekenden başkasına kulluk yapmaya başlarız. Temsilcileri nerde, hangi isim, renk, dil altında,  hangi meydanda ve alanda gösteri yaparlarsa yapsınlar bilmeli, onları iyi tanımalıyız ki artık bu yutturmacalar gerçek değildir, bir OYUN...