“İsminin Hüseyin olduğunu daha sonra öğrendiğim bir adam geçmiş karşıma, ellerini yana açarak heyecanlı heyecanlı anlatıyor. Neymiş efendim “bu civarda kendinden başka iyilik meleği” yokmuş. “Sabah evinden çıkıyormuş, mahallenin atını üstüne getirip, hangi evde kimler yaşıyormuş, kimin evinde soba yanmıyormuş, kimin evinde tencere kaynamıyormuş, kimin çocuğunun okul ihtiyaçları karşılayamadan okula gitmek zorundaymış, kimin bebesinin maması bitmiş, kimin bebesine bez lazımmış v.s, v.s,” bunları ve  bu insanlara yaptığı yardımları anlatıyor durmadan.  Yahu bir insan kendini bu kadar över mi? Bir insan kendi yaptıklarını bu kadar ifşa eder mi? Biz; “sağ elin verdiğini sol elin görmemesi gerektiğini” söyleyen bir kültürün mensupları değil miyiz?

Geçenlerde mesela ben de bizim aşağı mahallede bir ailenin bütün ev ihtiyaçlarını temin ettim. Ama bundan kimseye bahsetmedim, bahsetmem de…”

Şimdi böyle bir konuyu, bir başkasına bu tarzda aktarmak mümkün…

Ancak; 

“Geçenlerde bir hayırsever ile tanıştım. Ayakta sohbete devam eder iken, “bir yere oturup çay içmeyi” teklif ettim. Kabul etti, oturduk bir kenara. Sohbet iyice koyulaştı.  İsmi Hüseyin imiş… Emekli Hüseyin Abi anlattı, ben dinledim. 

Tam yirmi yıldır,  güneş üzerine hiç doğmamış. Çevrede ne kadar hayırsever insan varsa tek tek tespit etmiş. Mahalledeki ihtiyaç sahiplerini de aynı şekilde belirlemiş. Onların güvenini kazanmış. Tabi bu güven karşılıklı imiş. Gerek ayni, gerekse nakdi ihtiyaçları olan insanları durumlarına göre tespit edip, hayırseverlerden aldıklarını bu insanların ihtiyaçları için harcamakta aracılık ediyormuş. Kısaca, kendisini bu iyiliğe adamış. 

Sobası yanmayana odun, tenceresi kaynamayana yemeklik, okul ihtiyacı bulunan çocuklara okul ihtiyaçları, maması olmayan bebelere mama, bez lazım olan bebelere bez temin ederek böylece mahallenin huzuruna katkıda bulunuyormuş. O anlattı ben kendimden utandım. O anlattı ben, kendinden utanmayanlar adına da utandım. 

Hüseyin Abi’ye karşı mahcup olmayayım diye, “geçenlerde bir defa da benim aklıma ihtiyaçlı birisine yardım etme fikri geldi de karınca kararınca bir yardımda bulundum”  deme lüzumsuzluğuna dahi düşürdüm kendimi.”

Bakın aynı olayı farklı, daha doğrusu tam zıt bir şekilde başkalarına aktarma biçimini anlatmaya çalıştım sizlere. .

Konu ne olur ise olsun. Olay nasıl cereyan etmiş ise etsin. Konuyu, olayı kendi karakter biçimimize uydurmaya çalışarak aktarıyoruz karşı tarafa. Bizimle alakası olsun ya da olmasın, “öyle bir olayı biz yaşasaydık tavrımız nasıl olurdu?” sorusunu anlık bir şekilde kendimize sorup, soruyu beynimize yolluyoruz ve oradan gelen cevabı karşıya o şekilde aktarıyoruz. Hâlbuki beynimize danıştığımız gibi aynı zamanda başka organlarımıza, başka duyularımıza da haksızlık etmesek de, mesela kalbimize, merhametimize, vicdanımıza, iz ’anımıza, ferasetimize de danışıp aktarma işini ondan sonra yapsak daha iyi neticelere ulaşmaz mıyız? Doğru olanı yapmayı yani olayı olduğu gibi aktarma mecburiyeti hissetmez miyiz kendimizde? 

Siyasetimizde de ticaretimizde de, kısaca toplum içindeki bütün rollerimizde de meseleleri gerçekliğine göre anlatmamız gerekirken hep ideolojik saplantılarımıza uygun hareket ederek yorumluyor ve karşımızdakine o şekilde aktarıyoruz maalesef.

 Toplumsal ahlak, gelenek, örf, inanç ve dahi diğer bütün değerler manzumelerini, yani koskoca bir kültürü bir yana koyup, kısır çekişmelere kurban ettiğimiz insanlığımızdan hiç utanmıyoruz maalesef.

Topluma önderlik eden bilim adamları bile aynı olayı tam bir zıtlık içinde topluma aktarmak için yarış ediyorlar adeta. İdeolojilerine esir ettikleri düşüncelerini o çerçevede aktarıyorlar başkalarına… Akıl ve vicdanlarını hiç hesaba katmadan, mesela aynı süreçten geçerek almış oldukları ilmi bilgilere rağmen hukuk doktorası yapmış olan iki avukattan birisi, olayın faillerini; “ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilmeliler” diye savunma yaparken, bir diğeri aynı olayın kahramanlarının; “beraat etmeleri gerektiğini” savunabiliyorlar.

İşte bu yüzdendir ki şahsım olarak her fırsatta dillendiriyorum ve diyorum ki; “insanımızın eğitim süreçlerinin ilk safhasında, belli bir süre ile insanlıktan başka hiçbir konuyu öğretmememiz gerekir. Matematik, fizik, kimya gibi müspet ilimler, insanlık değerlerini öğrettikten daha sonraki bir dönemde öğretilecek konular olmalıdır… Zira insanlığa hizmet etmek için var olan bütün kavramlar ve müesseseler,  insanlık değerlerini bilmeyenlerin elinde laçkalaşıp heder olmaktadır…”

Vesselam.