Günümüz  yaşamı çok tuhaflaştı. Hepimiz bir şeyler söylüyor, iddia ediyoruz. Konuşuyor, konuşuyor, konuşuyoruz ama  bir türlü anlaşılamıyoruz.
Üstelik hepimiz haklıyız. Ama sonuç doğru olmuyor. Yanlış giden bir şeyler oluyor. Kırıyoruz, kırılıyoruz. Üzüyoruz, üzülüyoruz. Kızıyoruz, yıpranıyoruz. Karşımızdakini de yıpratıyoruz. Birbirimize karşı kızgınlıklar, kinler, nefretler  biriktiriyoruz. Başlangıçta düzgün bir iletişimimiz varken, belli bir andan sonra; tölerans, tamamen kayboluyor. Esneklik katsayımız sıfıra yaklaşıyor. Gerilim sınırı aşıp, tahammülsüzlüğe, akıveriyor.
Hüsn-ü zan, yerini su-i zana bırakıyor. Hayatı zannederek değerlendiriyor, bu zan ile kişilere yaklaşıyoruz. Bu arada olayı değerlendirmekten uzaklaşıyoruz. Sorunun özü belli bir andan itibaren tamamen kayboluyor. Kişisel saldırılar, suçlamalar ithamlar, karalamalar, üstelik de rivayetlerin karanlık koridorlarında olayı tamamen görünmez hale getiriyor. Cahil bakış açısı dar insanlarla başlayan bu süreç belli bir süreden sonra en aydın insanları bile ele geçiriyor. Araştırmadan sorgulamadan. Tarifgirlik gözlüğünü takarak. Olay öyle bir boyuta  geçiyor ki artık toplumsal ruh, bu bozulma karşısında bükülmeden kurtulamıyor.
Kuran-ı Kerimde Hucurat suresi 6'ncı ayetinde bildirildiği gibi: “- Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirsen onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınızdan pişman olursunuz.” denmesine rağmen. Olayları sadece baktığımız açıdan, gördüğümüz yanından değerlendirip kararımızı veriyoruz.
Okulda, şirkette, siyasette, yaşamımızın her alanında çok önemli dostluklar ve arkadaşlıkların bir anda çok büyük zarar gördüğünü, parçalanmaya sebep olduğuna şahit olmaktayız.
Bir şirketin büyüyememe, bir beldenin gelişememe, bir ilçenin yerinde sayma, bir ülkenin  geri kalmasının geri planında dar bakış açısı, zannederek karar verme, subjektif değerlendirmeler bulunduğunu görürüz. Ormanın genelini görmek yerine ya da ormanın genelini görebilecek bakış açısına ulaşmaya çalışmak yerine gördüğümüz ya da baktığımız yerdeki ağaçları orman zannederek kararlarımızı oluştururuz.
Oysa her birey, içerisinde evrensel değer taşıyabilecek cevherlere sahiptir. Her  köy, şehir, bölge, ülke kendine has değerlere sahip doğal şartlara sahiptir.
Örneğin sahil  beldesi Taşucu. Silifke'ye bağlı bir belde olarak değerlendirebiliriz. Mersin'in doğal bir zenginliği diyebiliriz. Ya da Taşucu'nu Akdeniz'in çok önemli bir  limanın olarak görebiliriz. Başta Mersin ve çevresi, Karaman, Konya ya da Orta Anadolu'nun dünyaya açılan limanı olarak da tarif edebiliriz. Ya da insanlık tarihinin önemli dönemlerinin şifresini taşıyan, tarihi bir belde de diyebiliriz.
Ya da  bir birey olarak bir birimizi çekiştireceğimiz, kırgınlıkları büyüteceğimiz kin ve nefret tohumlarını yeşertecek düşünceler yerine şehrimizin ve ülkemizin Dünyada alacağı önemli rolü  düşünebilir, konuşabilir bu konuda fikir üretebiliriz. Belki fikrimiz insanlığın rotasını değiştirebilir. Yaşama önemli katkılar yaparken, kendi varlığımızın da farkına varabiliriz. Belki bir dünya lideri olamayabiliriz ama dünyayı değiştirecek bir evladın babası ya da neslin atası olabiliriz. Kocaman çınar ağacının bütün sırrı, küçücük tohumunda saklı değil mi. Toprağa ekilmeyen tohumun çınar olma şansı var mı?
Nasreddin Hoca Akşehir'de Dünyanın merkezi burası, inanmazsanız ölçün derken sadece güldük. Oysa öyle bir yere basalım ki,öyle bir iş yapalım ki,öyle bir teknoloji üretelim ki; o konuda dünya,insanlık bizim etrafımızda dönsün!
Mevlana Hazretleri  Mesnevide, Körlerin Fil Tarifi Hikayesinde:
Hintliler bir fili halka göstermek için getirip karanlık bir ahıra kapattılar. Hayvanı görmek için o karanlık yere bir hayli adam toplandı. File ellerini sürmeye başladılar. Birisi eline hortumunu geçir¬di:
- Fil bir oluğa benziyor, dedi. Başka biri filin kulağını yakaladı:
- Fil, yelpaze gibi bir hayvan, dedi. Filin ayağını yakalayan ise:
- Fil bir direğe benziyor, dedi.
Bir başkası da sırtına dokunmuştu:
- Fil, taht gibi, dedi.
Herkes filin neresine dokunduysa ona göre anlatmaya başladı. Herkesin elinde bir mum olsaydı, sözlerinde aykırılık kalmazdı.

Ne güzel anlatmış hazret. Hayat dokunduğumuz  yerden ibaret olunca  filin ayağını direğe benzetiveririz, karanlıkta bir zan ile. Ve gözümüzü, aklımızı, ortamımızı çevremizi karartırsak neleri, nelere benzetiriz. Oysa hayat baktığımız yerden ibaret değildir. Cüz-i irademizi kullanır dimağımızı aydınlatır karanlıkla mücadele edersek fili görme şansımız daha çok olmaz mı? Onun için değil mi  ki; Allahın Kuranda ilk emri: Oku'dur. Okuyalım anlayalım, idrak edelim, akledelim diye değil mi?
Ormanın bütününü görmek olayı; insanlık tarihi içerisinde zaman ötesi ya da günümüzde mekanlar ötesi kıtalar arası gelişmeleri dikkate alıp değerlendirsek, yaşamın içindeki ağırlığını artırarak yola devam etsek acaba, attığımız her adım insanlığı ilgilendirip heyecanlandırmaz mı?
Eğer biz aydınlanmazsak, ya da ormanı görmez isek; Aydınlanmış, ormanı görebilen, aklını kullanıp ortak akıl merdivenin kullanabilen insanlar, toplumlar, diğerlerini; kedinin fare ile oynadığı gibi oynamaz mı? Bir düğmeye basınca koca toplumları karıştırmaz mı?
Eğer sadece dokunduğumuz yer, gördüğümüz noktayı olayın geneli olarak görürsek; Fili ve ormanı fark etmez isek; Bize sadece birinin düğmeye bastığını bilmek kalmaz mı?