Güneşin semadan ayrılmak üzere olduğu demlerdi. Yol izini batıya çevirmiş, gözü arkada ilerliyordu. Bizi terk etmenin mahcubiyetinden olsa gerek yüzü odlanmıştı. Uzaklaştıkça daha da çok kızarıyordu. Giderken yeryüzünün bir yönünü de utancına ortak etmeyi ihmal etmemişti. 

Ağaçlar hafif esintiyle şakalaşıyordu. Kimi kırk yıl hatırlık dostluğunu tazeliyordu, kimi ise tavşankanı çayını yudumlarken derin bir sohbete dalmıştı. Sessizce tahtadan yapılmış bir taburenin üzerine oturdum. 

Elimdeki kitabım bana yoldaşlık, sırdaşlık ediyordu. Ayaklarım beni buraya kadar getirmişti işte… Hiçbir şey düşünmeden, koşullanmadan, gelme ya da gelmeme ikilemine düşmeden burada oluvermiştim. 

İnsan, hayatı boyunca kendine yollar çizer, kurallar koyar. Yaşamı iki seçenek arasına sıkıştırır. Yapmak veya yapmamak… Hep bir kararın zıttından kaçarız işte... 

Yapmamak ile koşullandırdığımız duygularımıza kendimizi kaptırıp,onu icra ettiğimizde ise benliğimizi utandırırız. Kendi kendimize bir mahcubiyet oluştururuz. İnsanoğlu işte, yapacağını bildiği şeyler içinde fiillerine yasaklar koyar. Sonrada hayıflanır “neden yaptım?” diye…

Düşüncelere dalmışken aklıma gelen bir kelimenin anlamına kapıldım. Odlanmak! Çok hoş geliyordu kulağa… Birine suçüstü yakalanmak, mimlemek gibi… En naif anlamı ise bu bir edep simgesi olan kızartan duyguyu yani utanmayı anlatıyordu. Bir duyguya yakalanmak gibi…

Ağaçlarda utanırdı ya sonbaharda… Ölümün eşiğinde olan doğaya karşı yemyeşil yapraklarla bakmaktan… Rengi, benzi atardı. Yeşilden kırmızıya, kırmızıdan sarıya… İlk başta gizlerdi canlı rengini kırmızının ardına, utanırdı. Daha sonra oda bırakırdı ölümün sarılığına kendini… 

Ben böyle düşüncelere boğulurken masamın üzerine bir bardak su geldi. Garsonun gözlerinin içine baktım. Ve derin bir mana sezdim gözbebeklerinde… Bir müddet öylece bakakaldım. Sanki“Düşüncelerinizin boğazı kurumuştur, ferahlık verir.” der gibi bakmıştı bana…

Evet, buraya geleli çok zaman geçmiş. O an farkına vardım. Oysa bana kısacık bir vakit gibi gelmişti. Ama hiçbir kelâm etmeden çok cümle sarf etmiştim. İnsan kendi kendine de yetebiliyormuş hatta; fazla bile geliyormuş!..

Bırakılan suyu üç yudum ile zemzem niyetine içtim. Annem hep öyle der çünkü. Kendi ayağı ile gelen su zemzem yerine geçermiş, geri döndürülmez şifa niyetine üç yudumda içilirmiş. “Ruhuma şifa olsun.”dedim. 

Bir kuş gelip konmuş o sırada; tahtadan yapılmış, üzeri eski zaman desenleri ile bezeli masa örtüsünün üzerine…Gözlerimin önünde tüylerini kabartıp, gagası ile kanatlarını sıvazladıktan sonra sonsuz mavinin koynuna sığınarak gözden kayboldu. Dalgınlığım öyle bir hâl almış olmalı ki, ürkek şu küçücük beden bile dibime gelip konmaktan çekinmemiş. 

Kendime gelmişken şöyle bir etrafa göz gezdirdim. Geldiğimde olan kalabalık tenhalaşmış, kalan kişilerin sohbetleri sizle konuşuluyormuş gibi net bir şekilde duyulmaya başlamıştı. Herkes kendinden emin bir eda ile omuzları dik, cümlelerine sonsuz güvenerek düşüncelerini kanıtlarcasına konuşuyordu. 

Oysa ben hiçbir şey bilmiyordum. Tek bildiğim şey ise buydu. Ama herkes her şeyi biliyordu. Bir yazar kitabında; bir bilgiden yoksun insanın, o bilgi hakkında birçok yorumu olabileceğini söylüyordu. Ve şu çok hoşuma giden cümlesini ekliyordu: “Biz kimin, reçeli, kavanozundan yalamasına mani olabiliriz ki? Hatta niçin mani olalım ki?” Ne güzel bir anlam yatıyordu altında…

Hayat işte; kimine çok şey bildiğini öğretir, kimine ise hiçbir şey bilmediğini... Kimine de odlanmayı… Selam ve dua ile yazı dostlarım.