Misafir Kalem

Bazı insanların hiç ölmeyecekleri düşünülür. Çünkü onların yerine ikâme edilecek bir başka isim düşünülemez. Dünya daima döner, gelenler gider, fakat zamana hükmeden, ona şekil veren ve insana haysiyetini hatırlatıp duran bu kişiler, sanki hep var olagelmişler ve öylece devam edecekler zannedilir.

Oysa öyle değildir. Bir gün gelir, onlar da göçer ve dünyanın gerçekten fani olduğunu insanlara bir defa daha hatırlatırlar. Gülerek, tebessüm ederek vedâ ederler.

Ahmet Güner bu azizlerden biriydi. Onunla, üniversite yıllarında tanışmış, aynı yurtta, Konya Talebe Yurdu’nun Aksaray’daki binasında birlikte talebelik yaşamıştık. Uzun boylu, incecik, daima esprili ve arkadaşları arasında kredisi yüksek bir kişiydi. Yaşça bizden büyüktü. Hukuk fakültesinde okuyor, bir taraftan da gazetecilik yapıyordu. Yurdun yönetiminde talebe temsilcisi olan biraderim, ağabeyim İsmail Bey ve sevgili dostu Aşkın Bey herkese gereken ilgiyi gösterirlerken ona karşı daha bir saygılı ve sevgiliydiler. Bunun elbette bir sebebi vardı. O, arkadaşlarıyla aynı yaştaydı ama farklıydı, güngörmüş, tevazu içinde bir filozoftu. Üniversite talebesinden inşa edilmiş bir filozoftu. Her konuda bilgisi ve kanaati vardı ve ukalâ değildi.

Bu özellik ne kadar önemlidir. Talebelik ile gazeteciliği birlikte götürüyordu. Hayatı su içer gibi yaşıyordu. Çevresindekiler, yaşadıkları çayları çeşitli sebeplerle ya abartarak, kendilerine dünyayı zehir ederek veya tam tersi, çocukça heyecanlar içinde, çevrenin farkında olmadan, aykırı sular içinde bocalayarak yaşamaktaydılar. O öyle değildi. Farkı buydu. Yaşıtlarının bile “Ahmet Ağabeyi”ydi.

Herkesin, ayrıntı kabul edip değer vermediği konularda bile sağlam bilgisi vardı. Birgün “Türk Sinemasında Arka Plân” konusundaki makalesini okuyunca onun sinema konusunda ciddi bir uzman olduğunu hayretler içinde görmüştüm. Bir başka seferde “Divan Şiiri” konusunda, rahmetli Mehmet Çavuşoğlu (Prof. Dr.) ile tartışmasına şahit olunca, Ahmet Ağabeyin gerçekten olağanüstü bir kişilik olduğuna iyice inanmış ve ona karşı olan hayranlığım şaşkınlığa dönüşmüştü. Kendi camiası yani gazeteciler içindeki itibarı ise inanılmaz boyuttaydı.

Galiba “bilgiç” tavır içinde olmaması onu yüceltiyordu. Burnundan kıl aldırmayan gazetecilerin onun karşısında, terbiyeli talebeler gibi uysallaştığını görünce, ona nasıl davranacağımızı bilemez oluyorduk.

*   *   *

Konya’da, Hz. Mevlâna Dergâhına müze müdürü olarak tayin edilen rahmetli Necati Elgin Hoca, bulunduğu bu makamda müdürlük yapmıyor, gerçek mümin bir Mevlevî olarak Hazretin hizmetinde bulunuyordu. Tanıyanları ona tam bir derviş, hatta mürşit olarak yaklaşırken, onun huzurunda “başkeserken” o, kendini onların ayakları hizasına çekiyor, gerçek tevâzunun garezsiz-ivazsız örneğini yaşıyordu. Ona yazılan saygı mektuplarını Konya Aydınlar Ocağı derledi ve “Mevlevî Mektupları” adıyla, asıllarıyla birlikte yayınladı. Türkiye’nin birçok önemli isimleri ona saygılarını ve hayranlıklarını belirtmek adına “ayağının tozu olmak” niyazındaydılar. 

Necati Hoca böyle bir insandı.

Ahmet Ağabey, böyle bir dergâhta yetişmişti.

Annesi, gerçekten “salihât-ı nisvan”dan, harûkulâde bir hanımefendi, bir Mevlevî dervişesiydi, tariflere sığmaz bir hanımefendiydi.

Ahmet Ağabey böyle bir evde yetişmişti.

İki kız kardeşi, Zuhal ve Şahika, hanımlığın, Müslüman Türk evinde yetişmiş “genç kız”lığın müstesna iki örneğiydi. Tevâzu ve mahviyette sâdece nefisleriyle yarışıyor ve kazanıyorlardı.

Ahmet Ağabey böyle bir ailede yetişmişti.

Yani, onun bu kişiliği kazanmasında şaşılacak bir durum yoktu.

Bunları sâdece onu ve bu aileyi tanıyanlar bilir.

*   *   *

Kütüphanesi, özel bir kitaplık hüviyetinde değildi. Nadir eserlerden teşekkül etmiş bir müzeydi. Başka yerlerde bulunmayan kitapların adı geçince o, sözkonusu kitabı kolunun altında taşır ve ertesi günü istifadeye sunardı. Marmara (eski Küllük) Kıraathanesinin en gözde müdâvimiydi. Bu fakir, onunla birçok defa bu kıraathanenin olağanüstü iklimini yaşamak şansını yakaladığı için müftehirdir.

Orada kimler yoktu ki.. Üstad Necip Fazıl’dan başlayan ve sanki ucu sonsuza uzanan, bu milletin övüp, övünüp, huzurunda ceketini iliklediği müthiş bir kervandı Marmara Kıraathanesi. Ali İhsan Yund, (daha önce Mükrimin Halil) Erol Güngör, Mehmet Çavuşoğlu, Sezai Karakoç, M. Şevket Eygi, Mertol Tulum, Ahmet Güner, Ahmet Kabaklı, Muzaffer Özak hoca, Ahmet Özhan, v.b. akla gelebilecek yüzlerce isim zaman içinde bu “Hankâh”ta huzur buldular. 

Ahmet Güner’in, “Marmara Kitabeleri” adlı birkaç defa tekrar basılan kitabında bunlar harika bir üslup ve ustalıklı bir tarzda anlatılır.

Şair vasfını kendisi sanki bilhassa gölgede tutar, ileri çıkarmazdı. Halbuki o, bu vâdide verilmiş eserlerin en kalitelisini yazardı. Divan şiirinin tartışmasız uzmanıydı. Otuz beş yıl boyunca not ettiği ve Şeyhi’den Şeyh Galib’e otuzaltı gazel, ikibin beyit ve mısrayı, Tenha Şiirler adını verdiği bir kitapta topladı ve yayınladı. Bu eser, divan şiirinin değerini bilenlerin başucu kitabıdır. Kaynakları kendi dillerinde okuyup ikinci el bilgilere itibar etmeyen bu kitabı bulabilirseniz okumanızı tavsiye ederiz. Bu kitabında da Ahmet Güner divan şiiri kadar yaşlı ve muhterem, divan şiiri kadar aziz ve çağdaş, hayranı olduğu Necati kadar Türkmen ve yerlidir. Türk kültürüne derinlemesine ve Allah rızası için öylesine vâkıftır ki, divan şiirinde yaptığı keşif gezileri, çevresindekilerin daima bu büyük kültürün eteklerinde hayran bırakmıştır. 

Ve Hz. Mevlâna’nın Hz. Şems’in hasretiyle tutuşup yandığı günlerde, Hz. Pîr’in ağzından yazdığı doksan “Aşk ve Ayrılık Şiiri” şiir vâdisinde çığır açan bir başeserdir.

*   *   *

Bu aziz insan orta yaşlarında, dünyası dünyasına eş bir hanımla evlendi. Çok mutlu oldular. Dr. Gülay Hanım ona, bir azize davranır gibi davrandı. Bu konuda da başarılı oldu. fakat feleğin çarkı birçok konuda olduğu gibi burada da hükmünü icra etti ve yolun yarısındayken Dr. Gülay’ı onun elinden aldı. Onu yalnız bıraktı. Sevgili eşinin göçünden sonra, kızkardeşini de rahmetle yollayan Ahmet Güner sarsıldı.

Onu son olarak Turgut Reis’te Dr. Alaaddin Yavaşça ile sohbet halinde bulduk. Azize kızkardeşi Zuhal onun eliydi, ayağıydı, bebeğiydi ve annesiydi. Fizik imkanların onu zorlamasına rağmen dimağı ve muhakemesi mükemmel çalışıyordu. Harika bir gün yaşadık ve eskileri hasretle andık. Alaaddin Yavaşça, bu defa gerçekten “yavaşca” şarkılar söyledi ona ve biz hayran, onları dinledik.

Şimdi anası-babası-bacısı ve eşiyle buluştu.

Ama bizi unuttuğunu düşünmüyoruz.

Çünkü o öyle bir dosttu ki, onun kitabında “unutmak” ve “bîvefâ” gibi kelimeler yoktu, hiç olmadı.

Rahmet içinde dinlensin ve bize dua kılsın, onun gibi bir hayatı yaşayabilmemiz için.