Hikâyemi anlatmadan evvel sizlere adımı söylemem icap ederdi. Fakat adımın zikri en zor kısımdı. Bütün hikâyem, yine adım ile başlayan noktada bitiyor, öteye yol gitmiyordu. Her şeyimle sadece bu kadardım da, azametimi anlatmak için sadece adımı söylemem yetiyordu.

Yaratılmışa yakışmaz bir tekebbürle ismimi beğenmişliğin ketum duruşu değil, tekçe bir isimle isimlenmediğimden, tekçe bir sıfat ile sıfatlanmadığımdandı çelişkim. Kul bende ne aradıysa onu buluyordu da bana neyi verdiyse onu kaybediyordu. Emanete riayetsizlik de değildi yaptığım. Benden böylesi isteniyordu.

İsimler kitabında toprak diye bilinse de adım, sadece bu kadar değildim. Fazlam vardı benim. Farkındaydım. Bedenime bir tohum atıldığında nimete dönüşüyor, bir beden emanet aldığımda karalanıyordum. Oysa bağrımdan binyıllar önce tertemiz verdiğim emaneti, kirlenmiş olarak geri alıyordum. Sayısız nimeti benim adımla verse de Allah, ruhu çıkmış bir ten aldığımda, sanki zalim oluyordum.

Bana zalim diyen, zulmün allameliğini yapandı hâlbuki. Beni, zulmetmek için sebep kılandı. Ve kimse fark etmese de zulmün en büyüğü bana yapılandı. Her kıtanın, her kökenin, herkesin acısı kendinden çok banaydı. Zira anaydım ben, en çok da ana oluşumdan geliyordu merhametim. Havva'dan bile eskiydi benim analığım. Havva'nın da aslının dayanacağı kadar eski! Anaların en güçlüsüydüm bir de. Üç beş değil, nicesini doyuracak kadar ana! Bilirim, en kıymetlisi de benden gidip yine bana gelecekken, nebî gözyaşını, şehit kanını silecek kadar ana...

Bağrımın üzerinde yüce dağların olduğu doğruydu. Aşılmaz oluşum çoğu kez ve belânın benimle geldiği de doğruydu. Ama benim yetmezliğimden değil, kötü kalbimden hiç değil, savaşlar çıkıyorsa yeryüzünde insanın gözü açlığındandı. Ve rengi her kıtada aynı olan tenime hudutlar çizmek, bana yapılan en büyük zulümdü. Ben emanet aldığım nimeti hiç ayrım yapmaksızın verirken insanoğluna; onun beni çizgi çizgi böldüğü, tel tel ayırdığı, sınırlarda yaprağı ile gölgesi, kökleri ile gövdesi ayrı düşmüş ağaçların olduğu, yan yana uzanmış iki şehrin birbirine yabancı kılındığı, sözü utandıran gerçeklerden değil miydi?

Ben anlatırken dilim yansa da yaradılışından bu yana âdemoğlu hiç utanmadı. Paylaşılamayan, göz dikilen, korunan, bazen tecavüz edilen, bazen namus bilinen, kızılelma denilen, hak sayılan hep ben oldum. Bir kez olsun sesim çıkmadı. Oysa benim de aldığım ölüler kadar acım vardı.

Yere diz çökmüş birinin kalbini ayak izinden bilirdim. Ve ateş ne denli masum, su ne kerte pak ise ben de o kadar temizdim. Bundandı secdeye inen alınlara yarenlik edişim, seccade oluşum. Bundandı suyun insanı terk ettiği yerde benim su diye abdest oluşum. Bir adım da arzdı benim. Gök gibi, deniz gibi, azametin en büyük ölçüsüydüm.

Yerin kulağı var diyeni utandırırcasına sır saklarken de kimsenin olmadığı kadar muhkemdim. Gerçi istemesem de fark etmez, kıyamete değin susmakla mükelleftim. Kardeşin kardeşi ilk kez katlettiği yerde, bir karganın öğretisiyle bana verilen Habil'i koynumda sarıp sarmaladım. Kabil'in suçunu da ben anlatmadım. Kimse bilmez, sakladığım tüm sırlardan daha büyüktü benim sırrım. Binyıllar geçti, henüz çözülemedim.

Zaman varlığın en asli unsuru olsa da ben zamana da dur diyenlerdendim. Değil mi ki asırlardır ölüm ekilen yerden hâlâ gül bitiyor, yakılan ağaçtan filiz çıkıyordu. Binlerce adım üzerlerinden geçse de beni ve göğü yaratan Rabb'e şükürler olsun, karınca katarları hâlâ yolunu şaşırmıyordu. Oysa nergisin kokusu ile yılanın zehri, gülün rengi ile oynayan insan, kendisi gibi beni de zehirliyordu.

En kadim dostum olan gök şahidimdi olup bitene. Onun altında, benim üstümde oluyordu her şey. Oysa o benden daha şanslı, yanan ben iken sadece dumanı ulaşıyordu göğe. Acıyı ben çekerken ona şahitliğe katlanmak kalıyordu. Yalan değil, hiçbir ok yıldızlara saplanmıyor, hiçbir kurşun bulutları delip geçmiyordu. İnsanlar beni parçalamışlardı ya, henüz göğe ulaşamıyordu elleri. Ufuk, herkesin boyu, göklere sınır çizilemiyordu.

İnsanla olan dostluğum, nazlı oluşumdan, tene değdiğimde iz bırakışımdan geliyordu. Bundandı, bana verilen tohumun filizini ellerdeki nasır geçmeden göstermeyişim. Bundandı bana çıplak ayakla basanların topuklarını çatlatışım. Kasem olsun ki, kötü değil niyetim. En çok bir çiftçinin ayaklarına dokunurken merhametliyim. Ve bir de yedi koldan okşandığımda bir musalli tarafından, hislenirim.

Bütün hikâyeler benimle başlayıp benimle biter. İlle de adımın yanına bir ülke, bir şehir, bir belde ismi yerleşir. Ama mekân-ı izafesi benimdir, nihayetinde. Ulaşılmaz sanılan lahitlerin, hazinelerin, ellerimle örttüğüm kentlerin, zamanın en kıymetlilerinin gizleri, yine benim üzerime çizilmiş haritalarla aralanır. Zahirden batına yol açılır bende. Evvel ahire bağlanır. Garip ki yol da benimdir menzil de; evvel de benimdir, ahir de!

Demem o ki adım çokçadır benim. Dünya üzerinde mümkün de benim, gayr-i mümkün de ve hâkim de benim, hüküm de... Ölüm de benim, doğum da! Âlemin sırrı tek bir isme sığmaz. Ama esrarı arar iseniz eğer, bilin ki hepsi toprakta.

 

 

                                                                                                                              Ayşe Yılmaz