Sözüne güvenilir bir arkadaş anlatmıştı.

Anlatan arkadaş ile bir grup arkadaş, iş seyahati için Çin’e giderler.İçlerinden bir tanesi bir fabrikadan birkaç konteyner mal sipariş eder.Siparişi verirken de “şu ürüne şu markayı diğerine şu markayı vuracaksın” der. Sonrasında Çinli iş adamı bunları yemeğe götürür.Gidilen restoranda  bizimkisi yemeklere göz atar ve “ben domuz eti yemem,aman dikkat edin” diye, Çinli iş adamını uyarır.Çinli gülümser ve “deminden beri şu mala şu markayı ötekisine bunu vurun diye bana talimatlar veriyordun sizin dininizde insanları kandırmak,haksız kazanç sağlamak mübahmıdır” diye sorar.

Yıllarca, camilerde, feraiz(miras) hukukunu anlatan,”erkek iki, kadın bir alır” diye vaaz veren birinin, babası öldüğünde; şer-i, kayınpederi öldüğünde; medeni, hukuk sisteminden istifade etmesini nasıl izah edeceğiz?

Yine sigarasını söndürüp,sigaranın zararlarını anlatan bir onkolog’un inandırıcılığını,söylediklerini, nasıl kabul edeceğiz.

Entelektüel bilgi birikimi olan,felsefi derinliği fikri genişliği olanların itibar görmediği matbuatımızda,  “Serenay-Cem aşkı!?” (nikahsız birliktelik) günlerdir birinci sayfada yer bulmasını nasıl anlamalıyız?

Anlı secdeden kalkmayan , daha çok kazanmak için ürettiği, et ürünlerinin içinde; eşek ,at hatta domuz eti karıştıran,İnsan sağlığını hiçe sayan birisinin,tek sermayesi bedeni olan ve açıkça etini satarak geçimini temin  eden hayat kadınlarını eleştirmeye hakkı varmıdır? Hatta ikisini terazinin kefesine koysak hangisinin onuru daha ağır gelir?

Hukuk,hukuk diyerek yasaların arkasına sığınan sonrasında da “VİCDANLA CÜZDAN ARASINA SIKIŞAN” hukukçularımızı,kolluk görevlilerimizi, yasaları uygulamasına nasıl güven tesis edeceğiz?

Eğitimini üstlendiği çocuğu istismar eden öğretmene,ilahiyatçısına,öğretim üyesine,vakıf-dernek yöneticisine nasıl çocuk emanet edeceğiz?

 Vatanlarını ölüm korkusu ile terk edip size sığınmış insanların karılarına,kızlarına göz koyan kart horozların sonrasında aşağılayıcı cümlelerle onları eleştirmeye hakları var mı?

Kendisine emanet edilen hayır kurumunu,yardımlaşma derneğini,vakıfı soyup soğana çeviren yöneticilerle Yoksula,yolda kalmışa,her türlü tabii afetle karşılaşmış, mazlum insanlarımıza ve onlara yardım elini uzatmak isteyenlere, insan olduğumuzu nasıl hatırlatacağız?

Bizde olmayan tek şeyle!

EĞİTİM!

Cumhuriyet döneminde MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) Osmanlı döneminde medreseler.

Bir türlü oturtamadığımız eğitim sistemi..

 Medreselerde aklî ve müspet bilimler programlardan çıkarılmış, yalnızca dinî, hukukî bilimler öğretilmiştir. Kâtip Çelebi, 1656'da bu bozulmayı, özetle, şöyle açıklar: “Kanunî dönemine gelinceye kadar, Hikmet ile Dinî bilimleri uzlaştıran bilim adamları vardı. Fatih, Kelâm derslerine yer vermişti. Sonra gelenler, 'bunlar Felsefedir' diye kaldırıp, yerlerine Fıkıh vs. derslerini koydular. Böylece bilim alanı fakirleşti.”

Ders yapılmayan, harap, yanmış, adı var fakat kendisi ortada olmayan medreselere kayırma yoluyla bazı kişiler müderris atanıyorlardı. Devlet adamları ve müderrislerin oğullarına da daha çocukken müderris unvanı veriliyor, bunlar bir medresede görevli gösteriliyor, geçimleri sağlanmış oluyordu.Buna beşik ulemalığı deniyordu.

Osmanlı’da 1600 yıllarda başlayan bu bozulma ABDÜLHAMİD HAN döneminde düzeltilmeye çalışılsa da zaman yetmedi Avrupa’ya fen ilimleri tahsili için gönderilenlerde bozularak devlet düşmanı olarak döndüler.

Cumhuriyet döneminde de Milli eğitim bir türlü öğretimden öteye gitmedi.Her gelen bakan bir öncekinin yaptıklarını ortadan kaldırıp kendi siyasi görüşü doğrultusunda köksüz sistemlerle vakit geçirdi.

Cumhuriyet döneminin eğitim adına tek doğrusu köy enstitülerinin ve imam hatiplerin kurulmasıydı.O da medreselerde yapılan hataların tekrarlanması,bir siyasi partinin arka bahçesi gibi algılanması, ve üzerine hiçbir şey konulmadan devam ettirilmeye çalışılması, birinin kapatılmasını,diğerinin işlevini ve özelliğini yitirmesine sebep oldu.

Çözüm;

Önce, Milli bir yol haritası çıkartmaktır.Bin yıldır,örf,adet,gelenek ve kültürümüzün terekesini önümüze serip Dünya ile asgari müştereğimizi ortalamamız gerekmektedir.

Okul çağına gelmiş körpecik çocuklarımıza önceliği okuma yazmayı değil; iyi insan olmayı,doğru insan olmayı,aile kavramını,devlet ve bayrak sevgisini,bunların ne anlama geldiğini,sokakta ,çarşı ve pazarda nasıl davranması gerektiğini,başkalarının malına zarar verilmeyeceği gibi kamunun malına da verilmeyeceğini ,çevreyi korumayı ve temiz olmayı….

Hülasa 1000 yıllık tarihi ve kültürel mirasımızın imbiğinden geçirerek yeni modern dünya ile entegresini uygulamalı olarak sağlamak gerekiyor.Yani okulun, dört duvardan ibaret değil, hayatın içinde olduğunu göstermek.

İlköğretim dediğimiz, iki veya üç yıllık eğitim sonrasından gelmelidir.

Çocuklarına duyarlı olduğunu iddia eden anne ve babalar,ellerindeki telefona gösterdikleri ilginin bir kısmını da çocuklarına göstermeliler.Çocuklarını dede ve nineleri,teyzeleri,halaları,dayı ve amcaları ile büyütmeliler.İnternet oyunları değil,eskiden oynadıkları körebe,mendil kapmaca,çelik çomak gibi oyunları öğretmeliler.

Haidy,uçan kaz,bizim ev,pinokyo.. Gibi çizgi filimler, savaş oyunları, aksiyon oyunları, zombi oyunları  gibi içerisinde sübliminal mesajlar içeren oyunlardan kurtarıp keloğlan,Hacivat-karagöz gibi kendi kültürümüzü anlatan programlar izlemesini sağlamalıyız.

Aile insan bedenindeki en önemli organ olan “KALP” gibidir toplumlarda.Kalp kötü ise,içi fitne fücur dolu ise,sağlıksız ise bedenin tümü de sağlıksızdır.İşte !fokur fokur kaynayan,içten içe çürümüş bir aile yapısına sahip olan toplumda çürümeye ve yok olmaya mahkumdur.

Kanuni Sultan Süleyman, Zembilli Ali Cemali’ye , “bir toplumu yıkan şey nedir?” diye sorar.

 Zembilli’nin cevabı şahanedir.

NEMELAZIM!!!!!