Cenabı Hakkın emirlerine layıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak suretiyle manevi hastalıklardan kurtulmuş, hakiki ve kuvvetli bir iman ile de huzur, sükun ve itminana kavuşmuş nefistir. Kalb, zikrullah bereketiyle şüphe ve tereddütlerden arınmış, her an şükür ve sena halindedir. Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlaka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkil eden ve bütün beşeriyyete numune olan Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yüksek ahlakı, tarifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül, teslimiyet ve rıza ile taçlanmıştır. Mutmainne, arifi billah olan, takva ve yakin ehlinin nefsidir. Böyle kimselerin gönülleri daima Hakk’ın zikriyle meşguldür. Ahkamı şeriyyenin batınına da vakıf olmuşlardır. İmamı Rabbani Hazretleri: “Nefsi mutmainneye kadar yapılan ibadetler ve kulluk taklididir. Nefsi mutmainnede ise bunlar taklidden tahkike dönüşür.” buyurmuştur. Kullukta tahkike yükselmek ise şeriat, tarikat, hakikat ve marifet sıralamasındaki “hakikat mertebesine” vasıl olmak demektir. Erişilen bu kemalat, mesuliyet anlayışında da yüksek bir hassasiyeti beraberinde getirir. Şöyle ki, şeran akıl baliğ olmayanlar, dinin hükümlerinden mesul sayılmazlar. Mesuliyet ancak akıl baliğ olanlara aittir.

Bunun gibi, tasavvufi yollardan birine intisab eden bir salik de, seyrü sülukünü tamamlayıncaya kadar, masum bir çocuk gibi kabul edilerek tarikat adabına dair kusurları cihetiyle hoşgörülür. Zira tarikatte salik, ancak seyru sülukünü tamamladığı anda “rüşd”e ermiş sayılır. Artık, şeriat gibi tarikat adabına dair işlediği kusurlardan da mesul olur. Ancak “hakikat” cihetine dair kusurlarından henüz mesul sayılmaz. Bu mesul olmama durumu, mutmainne mertebesine adım atınca mesuliyete dönüşür. Zira mutmainnede “hakikat” cihetiyle de rüşde ermiş olur. Bu sebepledir ki şeriatte mübah olan bazı şeyler, tarikatte küçük günah gibi telakki edilir. Tarikatte küçük günah olan şeyler ise, hakikat ve marifette büyük günah gibi ciddi ve mühim addedilir. Mesela şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarikatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakikatte, kifayet miktarını Allah’ın huzurundan gafil olarak yemek israftır. Marifette de bütün bunlara ilaveten nimetlerdeki ilahi tecellileri görmeden yemek israftır. Zira Cenabı Hak her şeyde kendi varlığına bir işaret sunmaktadır. Diğer bütün hususlarda da durum bunun gibidir.

İşte nefsi mutmainne, Cenabı Hakk’ın tevfik ve inayetiyle hakikat, sekinet ve yakine kavuşarak, keder ve endişelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhamlara da nail olmuştur. Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakikatleri aynel yakin mertebesinde müşahede halindedir. Yani kalb, tereddüt ve şüphelerden arınmış, gerçek bir teslimiyetle tam bir itminan ve huzura ermiştir. Bu hale erişen bir kul, dini mükellefiyetleri hem zahiren ve hem de batınen tereddütsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde ifa eder. Üstelik bu kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle alem bir olup inandığının zıddını iddia etseler, onda en ufak bir tereddüt hâsıl edemezler. Çünkü o, maddi ve manevi alemi artık hakikat penceresinden seyretmektedir. Böyleleri, imanları uğruna hiçbir çile ve mücadeleden korkmazlar. Nitekim Kuranı Kerim’de kıssası anlatılan Firavun’un sihirbazları da, Hazreti Musa aleyhisselam’dan gördükleri apaçık mucize karşısında mutmain bir gönülle Allah’a iman etmiş ve imandaki kararlılıklarını canları pahasına muhafaza etmişlerdir. Zalim Firavun’un, imanlarından dönmedikleri takdirde el ve ayaklarını çaprazlama kestireceği ve kendilerini hurma ağaçlarına astıracağı tehditlerine bile asla aldırış etmemiş: “...Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin ayetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’raf, 125-126) diyerek büyük bir iman heyecanı içinde canlarını seve seve feda etmişlerdir. Zira bu makamda gözleri perdeleyen beşeri kesafet fena bulup, latif duygularla hakikat nuru zuhur etmiş olduğundan: “Ey itminana ermiş (itaatkar) nefs!” (el-Fecr, 27) şeklindeki iltifatkar hitabı ilahiye mazhariyet nasib olmuştur.

Görüldüğü üzere, mutmainneden aşağı derecedeki nefisler, ilahi iltifata layık olamamışlardır. Ancak itminana ermiş olan nefsi mutmainne ve daha üst mertebedeki nefisler buna mazhar olabilmektedirler. Bu iltifata layık olabilmek ise ciddi bir cehd ve gayret sarfedip, nefsi itaat altına almakla mümkündür. Mutmainneye nail olan bahtiyar kullar, sırasıyla radıye, merdıyye ve kamile denilen üç yüce mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, muvaffakıyetleri nisbetinde bunlarla Hakk’a yakınlık ve vuslatın zirvesine ererler.