Manevi terbiye ve tekamül esnasında müşahede edilen nefsin hal ve mertebeleri, meşhur tasnife göre yedi kısımda mütalaa olunur: Nefsin yedi mertebesi vardır. Bunlar;

1. Nefsi Emmare Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrik eden en süfli durumdaki isyankar nefstir. “Emmare” çok emredici demektir. Bu sıfatı haiz olan nefsin yegane maksadı, heva ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir. Şehvetin esiri, şeytanın avanesi olmuş; keyfine, zevkine, günaha düşkün olan nefistir. Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücadele göstermemek, onun arzularına tabi olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefsi emmare seviyesinde bulunan kimselerin ahvali cümlesindendir. Aslında nefsi emmare, sahibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu hususu İbni Ataullah el İskenderi şöyle izah eder: “...Sen asıl nefsinden kork! O nefis ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devam eden cinayet, hırsızlık ve ahlaksızlık vakaları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.” Cenabı Hakk’ın: “Muhakkak ki nefis, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yusuf, 53) ayeti kerimesindeki beyanı, bu mertebedeki nefse dairdir. Diğer taraftan insanın manevi alemdeki mevkii itibariyle nefsi emmare, hayvanat içerisindeki zehirli yılana teşbih edilegelmiştir. Şüphesiz ki böyle bir teşbihle, nefsin tehlikelerine ve feci afetlerine dikkat çekmek murad edilmiştir. Nitekim şair Nev’izade Atai, bu hakikati şöyle dile getirir:

Döndü ahlakı zemime mare

Şaı maranı anın emmare

“Her kötü ahlak, bir yılana benzedi. Bu yılanların şahı da, nefsi emmare oldu.”

Bu yüzden aklı selim sahibi her mümin, nefsi emmare ile daimi bir cihad halindedir. Bu cihadda akıl ve irade kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyan düşünülemez. Zira nefis, pek çok ulviliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifade ile, ebedi hüsran ve bedbahtlığına amil olmuştur. Ancak Allah’ın yardım edip koruduğu ihlaslı kullar bundan müstesnadır. Nitekim Mısır azizinin hanımı Züleyha ile Hazreti Yusuf aleyhisselam arasında geçen şu hadise pek ibretlidir: Kurânı Kerim’de bildirildiği üzere Yusuf aleyhisselam, büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hali, yaşadığı evin hanımı olan Züleyha’yı değişik düşüncelere sevk etmişti.

Cenabı Hak ayeti kerimelerde bu hadiseyi şöyle bildirir: “...Kadın, O’nun nefsinden murad almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(Haşa), Allah’a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevki verdi). Gerçek şudur ki, zalimler asla felah bulmaz!» dedi.”

“Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhanımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yusuf, 22-24) Yusuf aleyhisselam, Allah Teala’nın lutfu keremiyle manevi yardımlara nail olmuş ve böylece nefsi emmareyi temsil mevkiindeki Züleyha’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz aciz kullar da, Cenabı Hakk’a takva ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hallerinden uzak bulundurmak mecburiyetindeyiz. Yüce Rabbimizin, akıbeti feci olan birtakım fiillerin, daha evveliyatına ait safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binaendir. Mesela, bir erkeğin helal olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinaya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer bütün mezmum fiiller için de durum aynıdır. Hakikaten bu vaka, büyük ibretlerle doludur. Zira ebedi kurtuluşa bir bedel hükmündeki dünyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek çok unsur, burada adeta üst üste çakışmıştı. Şöyle ki: Yusuf aleyhisselam, güzelliği dillere destan olacak kadar alaka çekici, melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları halde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şayet Yusuf aleyhisselam, çirkin ve şehevi duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hadise bu kadar irşad edici olabilirdi.

Buna mukabil Züleyha da, nefislerin en çok zebunu olduğu üç vasfın; yani servet, şöhret ve şehvetin şahikasında bulunuyordu. Şayet Züleyha da yaşlı veya çirkin bir kadın olsaydı, yine Hazreti Yusuf’un imtihanı bu derece zor olmaz ve bu hadise, bu kadar müessir bir misal teşkil etmezdi. Halbuki o da gençti, cemal sahibiydi ve pek çok kimseyi kendisine ram edebilecek bir cazibeler meşheri halindeydi. Üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhalığın, günahları daha da kamçılayan hengamında, Hazreti Yusuf’a şiddetli bir arzuyla:“Heyte lek!” yani “Gelsene bana!” diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. Mukavemet göstermekte nice iradeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yusuf aleyhisselam’ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını Yüce Rabbimiz: “Şayet bürhanımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyanıyla ifade buyurmaktadır. İşte Yusuf aleyhisselam, önüne serilen bunca dehşetli cazibelerin aldatmalarına kanmamak için “maazallah” diyerek, yegane çarenin yüksek bir takva ile “Allah’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilahi yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvanın bir zaruret olduğunu göstermektedir. Yani, nefsi emmarenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takva duygularının kuvvetlenmesi sâyesinde mümkün olabilmektedir. Hakikaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü cazibe unsuruna sahip bir kadından, üstelik tenhalıkta gelen davet ve iltifata “hayır” diyebilmektir.

Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem, bir hadisi şeriflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyametin o çetin gününde, Allah Teala’nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin: “Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğini, «Ben Allah’tan korkarım.» diyerek reddeden genç…” olduğunu ifade buyurmuşlardır. (Buhari, Ezan, 36) Zira insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlub olarak, kendini muhafaza etme gücünü kaybetmesidir. Lakin Hazreti Yusuf’ta bu olmadı. Zira, takvası ve terbiye edilmiş nefsinin kamile makamında olması sebebiyle, ilahi sıyanet onu korudu. Nefsi emmarenin desiseleri karşısında onu güçlü kıldı. İbrete şayan diğer bir husus da şudur: Züleyha, arzusuna tabi olmadığı takdirde Hazreti Yusuf’u zindan ile tehdid etmişti. Halbuki Yusuf aleyhisselam’ın arınmış nefsi ona takvayı ilham etmekte olduğu için o: “Ey Rabbim! Zindan, onların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti. Ayrıca O’nun Cenabı Hakk’a ilticasında: “Eğer onların hilesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden cahillerden olurum.” diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek çaresi olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takva nişanesiydi. Bu da gösteriyor ki, insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevi cazibelerin “heyte lek” (gelsene bana) davetlerine mukavemet edebilecek yegane güç, o anda kalbin “mazallah” diyerek sonsuz kudret sâhibi olan “Allah’a sığınabilmesi”dir.

Nefsi Emmareden Kurtulmak İçin Kuranı Kerim’de nefsi emmarenin afetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takva olduğu bildirilmektedir. Yine yüce kitabımız Kuranı Kerim’de nefsin hakikatini gösteren bir vakıa da şöyledir: Musa aleyhisselam’a Turi Sina’da peygamberliği tebliğ edildi ve müteakıben: “«Asanı at!..» (denildi). Musa (attığı) asayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «Ey Musa! Beri gel, korkma! Çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nida olundu.” (el-Kasas, 31) Aziz ve Celil olan Allah, Musa aleyhisselam’a, kudretini o asada göstermişti. Musa aleyhisselam da, asa vasıtasıyla Allah’ın kudreti ile ünsiyet etti. Allah, O’nu peygamber olarak tayin edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mükellefiyetler verince, O’na hitaben şöyle buyurdu: “Şu sağ elindeki nedir, ey Musa?” (Taha, 17) Musa aleyhisselam da: “O benim asamdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.” (Taha, 18) şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Allah celle celalühu: “Yere at onu, ey Musa!” (Taha, 19) buyurdu. Hazreti Musa, derhal emri yerine getirdi: “Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Taha, 20) Bunu gören Musa aleyhisselam kaçmağa başladı. Ancak: “Allah buyurdu: «Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline döndüreceğiz.»” (Taha, 21) Bazı müfessirler, Musa aleyhisselam’ın asasını yere atması ile ilgili ayetin işari açıklamasında, bunun Hazreti Musa’nın iç dünyasına ait bir irşad sadedinde olduğunu beyan etmişlerdir.

Musa aleyhisselam, izafetleri, yani fani alaka, dayanak ve barınakları zikredince, Allah celle celalühu bunların atılmasını emretti. Nefis ve nefse bağlantılı olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. Musa aleyhisselam’a nefsin hakikati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. O’na işari olarak adeta şöyle denilmiş oluyordu: “Ey Musa, işte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu nefsani vasıf, şekillenmiş bir surette sahibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar. Artık sen tevhid sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asaya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifade edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asa ile şöyle yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhid yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yani mutlak tevekkül ve teslimiyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!” Buyrulur ki: “Hakk’ın nidasını işiten ve O’nun cemalinin nurunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah’ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desiselerinden sıyrılır.” Şu fani rüya aleminin beş dakikalık sahte lezzetleri uğruna, hakiki saadeti ve ebedi ahiret saltanatını terk ettirip insanı, alayı illiyyinden esfeli safiline düşüren de, yine nefsi emmaredir. Nefsi emmareyle malul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakikatler önünde dahi, inat ve kibirle diklenmekten, etrafındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve malayani ile meşguliyetten adeta zevk duyar. Dinen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. Böyleleri, kısacık dünya hayatının fani ve nefsani lezzetleri uğruna cennet ve Cemalullah’ı, ebedi saadet ve selameti terk edecek kadar akıl, idrak ve izanı dumura uğramış, kalb gözleri perdeli, cahil ve gafil insanlardır. Nefsi emmarede ruhi sultani, tamamen ruhi hayvaninin esiri haline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hakim olmuştur. Bu gibi kimseler hakkında yeti kerimede Cenabı Hak şöyle buyurur: “Andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gafiller onlardır.” (el-A‘raf, 179) Böyleleri, dehşetli gaflet tuğyanı içinde hala Allah’ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devam ederler. Cenabı Hakk’ın azabından emin olmuş gibi: “Canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! Nasıl olsa birgün tevbe ederim!” düşüncesi içinde boş tesellilerle oyalanır dururlar. İşte bu ve benzeri düşünceler, aslında, günahların kolaylıkla irtikab edilmesini sağlamak ve bunu normal göstermek isteyen nefis ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır. Halbuki Cenabı Hakk’ın ikazı ne büyüktür: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman, 33) Diğer taraftan, nefsi emmare gafletine dalmış kimseler, ahiretlerini kurtaracak hayır ve hasenat işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinab etme hususunda ise kayıtsızdırlar. Şayet hasbel kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp daima bununla övünürler. Kendilerinden zuhur eden kötülüklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedamet, onların hal ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesile olacak kuvvetten mahrumdur.

Bu mertebedeki bir mümin, tedaviye muhtaç bir hasta gibidir. Onun nefsi emmareden kurtulup nefsi levvameye geçebilmesi için, manevi tedavide takib etmesi gereken en mühim usul ise, kendini ciddi bir surette hesaba çekmektir. Kul, azamet ve celal sahibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki sualleri, mahşerdeki hesabı, cehennemdeki şiddetli azabı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnasında kul, Cenabı Hakk’a münacatını, sadece sözle değil kalben de pişman olup büyük bir samimiyetle ifa etmelidir. Dil tevbe ederken, fırsat düştüğünde yine o günahı işleme arzusu kalbde hakimse, bu tevbe makbûl olmaz. Bilakis bu, münafık tevbesidir ve hatta tevbeye muhtaç bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da günahlara devam etmek, tevbe ile iltica edilen makamı hafife almak ve onunla istihza etmektir. Tevbe, gerçekten pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek Cenabı Hak’tan mağfiret dilemektir. Diğer taraftan kul, nefsi emmareden kurtulmak için en azından zaruri olan şeri ahkama riayet ederek kelimei tevhidin ruh ve hakikatinde derinleşmeye çalışmalıdır. Kalbde adeta bir put haline gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gafil bırakan bütün heva ve hevesler, daha “Lâ ilahe” derken nefyedilip, Allah’tan gayrı bütün maksudlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde “İllallah” hakikatini sbitleyip, gönlün yalnızca Allah’a mahsus kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hiçliğini idrak ederek imanında taklidden tahkike doğru terakki etmeye çalışmalıdır. İmanın kalbde gerçek manada mekân bulup kuvvet kazanması ise, kulu salih amellere ve neticede ulvi mevkilere sevk eder.