Kasabaya üç yüz, dört yüz metre uzaklıkta karanlık bir han odasında on, on iki yaşlarında bir çocuk, herkesin yatmasını beklemiş ardından yorganı başına çekmiş ağlıyor. Evinden köyünden uzak; gariplik akşam karanlığı gibi çöktükçe çöküyor küçük yüreğine… İlk kez ayrılışı köyünden, anasından, çaputtan müteşekkil yatağından; neden burada, ne yapmaya gelmiş biliyor bilmesine ama akşam olup hava kararınca gece ayazı, gece karanlığının yası tüm geçerli gerekçeleri geçersiz kılıyor.

Han odası soğuk; yorgan ince üşüyor. Başını yorganın içinde tutsa havasızlık, dışarı çıkarsa taş duvarların soğuğu içine işliyor.  Tütün, ter, ayak, aylardır yıkanmamış kesif insan kokusu da caba. O han odasında vazgeçiyor çocuk olmaktan. Çünkü zayıfların, güçsüzlerin barınacağı yer değil dünya; hele çocukların hiç…

Telgraf direği döşeme işini duyunca bir de işçilerin başında köyden tanıdığı Remzi Emmi olunca heves etmiş, üç beş kuruş kazanırım umuduyla düşmüştür yola. Köyde imkânlar kısıtlı. Babalar, analar yoksulluğun içinden gelen, bir dilim buğday ekmeğinin değerini çok iyi bilen insanlar. Okumak kız çocukları için gereksiz, erkek çocukları için handiyse lüks mesabesinde. Hele de okul dışında boş durmak. Eşeği alıp oduna gitmek gezme ve dinlenme demek. İşten değil anlayacağınız. Yazın bitip tükenmek bilmeyen tarla işleri, komşu evlerin inşaatlarında amelelik. Evde üç kardeş biri ağabey ikisi abla; ağabey biraz haylazca , “ hayırsız” diyor baba “bir baltaya sap olamaz” diyor. Evde sofrada çok çoğu bu mevzu, onun gibi olmamalı diyor içinden ben öyle olmayacağım.

 Çalışmak, daima çalışmak, her daim çalışmak; bir işe yaramak, para kazanmak eli ayağı tutmak, başkalarına muhtaç olmamak nevinden cümleler işte ta o zamanlar kazınmış olmalı hafızasına; öyle anımsıyor.  O oluyor, ömrünün sonuna dek durup dinlenmeden çalışıyor, didiniyor. Bazen iyi kazanıyor, bazen kazancı giderlerini zar zor karşılıyor ama hiç kimseye muhtaç olmuyor. Her yerde çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle kendinden söz ettiriyor. Hatta bu çalışkanlık sevdiği kızın annesini bile etkiliyor ve evlenmelerine vesile oluyor. Zira kızın annesi kendi kocasının çalışmayışından, evi, çocukları ihmal etmesinden öylesine muzdariptir ki kızını o saat ikna ediyor bu çalışkan delikanlıyla evlenmeye. Çalışmak iki kişilik yazgı oluyor alınlarında; sonra evladiyelik. Adeta bu yazgı etrafında şekilleniyor hayatları. 

Bahçeli, küçük bir ev yapıyorlar önce kendi çabalarıyla; başlarını sokacakları, kiradan kurtulacakları şirin bir yuva. Öylece başlıyorlar hayatla mücadeleye. Bahçesinde sebzeler, kümeste birkaç tavuk, ahırda iki inek. Hafta içi memuriyet, hafta sonu bağ, bahçe, hayvanlar; kadın desen üç çocuk, ev işleri, yıkanmayı bekleyen çamaşırlar, kaynatılmayı bekleyen süt, mayalanacak yoğurt, peynir; hâsılı hiç bitmeyen, birbirini ardınca sürükleyen işler, güçler… Serde gençlik var çok yormuyor önceleri. 

Yıllar geçtikçe yaş ilerliyor, beden geriliyor fakat işlerde artış var azalma yok. Çocuklar büyüyor; onların okulu, işi, evliliği derken emeklisi geliyor. Emekli olduktan sonra da farklı işlerde çalışmaya devam ediyor. Zaman değiştikçe masraflar yön değiştirmiş ve artmıştır; dinçtir daha çalışmayıp ne yapacak. Varsın sağlıklı olsun da çalışsın… 

Hayat çağırdıklarımızdır; belki de çağıramadıklarımız. Bu ikilemli sarmalın içinde dönüş nedenini bilmeden döner durur insan çoğu zaman. Yıllar yılı karınca misali çalışan, çabalayan (ve bir arpa boyu yol alan!) çoğu insan gibi onun da birikimleri olmuştur. Olmuştur olmasına ama talihsiz olaylar da yakasını bırakmamıştır bir türlü ki sefasını sürsün kazandıklarının... İki evinden birini satmak ve emeklilik ikramiyesini feda etmek zorunda bırakmıştır bu kötü tecrübeler onu. El âlem ileri giderken bizimki geri gitmiştir çok zaman. 

Bu aksilikler yıpratmıştır onu. Hayata küstürmüştür. Aracın amaç haline dönüşmesi asıl hedeften uzaklaştırmıştır; yaşamaktan… Yaşamayı unutmuştur. Hayatı kurulu bir robot gibi geçirmeye başlar. Rutinlerden zerrece ayrılmazlık yaşama sevincini yok etmiştir. Sevdikleriyle paylaştığı anların değeri yer ile yeksan. Önce çocuklarının sonra torunlarının doğum günlerini kaçırır. Okul gösterileri, karne törenleri, mezuniyetleri… Kafası yapacağı ya da kendini yapmak zorunda hissettiği işleriyle öylesine meşguldür ki hayatı kaçırır hem de farkında olarak, bile isteye. 

Son günlerde solgundur dahası dalgın ve suskun. Ömrünü sonradan omzuna atılmış kirli bir post gibi sürükler ardınca; öylesine hoyrat, öylesine eğreti. Hastadır. Vücudu bunca yükü kaldıramamış, kötü sinyaller vermeye başlamıştır. Önce ciğerlerinde sonra beyninde lekeler tespit eder doktorlar. Sigarayı bırakmasını salık verirler. Fakat dünyada yegâne dost bildiği bu kötü arkadaştan ayrılmak kolay değildir elbet. Dahası bırakmak isteyen de yoktur zaten. 

Gün doğuşu, gün batımı, yağmur sesi, ıslak toprak kokusu; ta ufka değin mavi çarşaf gibi serilmiş uçsuz bucaksız denizin harikulade, dinlendirici görüntüsü, baharın gelişi, gülün kokusu, evlat kokusu, ya ana kokusu…  Hangisini içten özümsedi, kanıksadı ya da farkına vardı? Hiç; zaten onun için bu dünya koca bir hiç…

Hiçlerin dünyasından geçerken hiç olmayı; adı, sanı kalmamacasına silinip g(y)itmeyi arzu eder sık sık hatta dile getirmekten çekinmez. “Bıktım artık bu hayattan. Anamdan doğdum doğalı çalışıp çabalıyorum. Yoruldum be kızım.” Demiştir kızını son ziyaretinde. O ziyarette kızı, biricik can paresi sezmiştir yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu ancak kötüye yormak istemez. “Her zamanki babam işte der. Dilinde artık ne varsa dilinde.”

Çok geçmez üstünden haberini alırlar bir akşam. Beyin kanaması geçirmiş sokak ortasında yere yığılmıştır.  Ambulans hastaneye yetiştirmiştir. Bir dizi birbirinden feci haber silsilesi,-fazla ümitlenmeyin; her şeye hazırlıklı olun- nevinden iç yakıcı birkaç havadis, üç günlük yoğun bakım ve sonra…

İstediği olmuştur. Kaçıp gitmiştir bu dünyadan. Usulca kayıp giden gözyaşı gibi sessiz, habersiz, vedasız, geldiği gibi yekvücut; sığınmıştır hiçliğin gölgeli koynuna. Ardında tüm bu olup bitenlere bir anlam veremeyen gözü yaşlı, bir aile bırakarak… Gittiği yerde aradığı huzura kavuştu mu bilinmez ancak ardınca duasını eksik etmeyen evlatlar bırakmıştır. Temel direği yıkılmış bir otağın içinde enkaza dönen, yüreğinin bir yanı hep yarım, mutluluk damarlarından biri kurumuş, ne yaşanırsa yaşansın artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını bilecek kadar büyümüş evlatlar.

 Ruhlar giderlerken, sonsuz bir yola, 
Dünyada verirler, birkaç gün mola, 
Sanma ki, bu geliş, tesadüf ola; 
Sabır sınavıdır, ömür dediğin…

                          Cengiz Numanoğlu