Bu yazıyı yazmak için defterimi, yeşil mürekkepli kalemimi, yaşı yarım asra yaklaşmış kurmalı saatimi ve elbette çayımı, şarka bakan penceremin önünde bekçilik eden masama bıraktım. Hepsi hazır ve nâzır beklerken, çayım soğurken, yağmur ha yağdı ha yağacak, bahçedeki Acem çiçeğiyle bakışırken nereden başlayacağımı düşünüyorum.  

Bir mektup yazacaktım. 

Yazacaktım yazmasına ama hitaba karar veremiyordum. Yazacak olduğum şahsın kıymetine yüreğimde epeyce hacimli bir yer ayırmıştım. Muharrir oluşumdan sebep, ona yakıştırdığım sıfatlarda da hiç bencil olmamıştım. Oysa şimdi bolluk içinde yokluk çekip yazacağım mektuba bir hitap bulamıyordum.  

İkindi alacası çökerken, sağ elimde bekleyen kalemime kesin bir emirle “yaz!” diyemiyorum.  Besmele 'den sonrası oldu olacak, Allah'ın adıyla başlasam devamı gelecek ama başlayamıyorum. Sağ elimin işaret parmağında ince bir sızı beliriyor. “Ben” diyecek oluyorum, diyemiyorum. Onun ile aramızdaki “ben ile sen” lafzını çoktan unutmuş, “biz” olmuştuk. Bu kurala riayet ediyorum. Affola diyorum, fiile dökmesem de düşündüğüm için.  

Sonra ben'cillikten uzak bir anlatıma başlıyorum. Önce adımı ve adımı niteleyen sıfatlarımı yazıyorum. Adımın yaşatmak, güzelleştirmek anlamının cüretkârlığı ile başlıyorum. Muharrirdim ben. Hanımlık hecesi eklenmemiş, örneğine çok rastlanmadığından olacak, kadınlardan yana eksik kalmış bir işin erbabı. Yazan çizen fakat söyleyemeyen taifesinden! Muharrir olmam ile gururlu, söylediklerimle de hiçbir vakit diyemediklerimle de barışık, bu halimle mağrur!  

Sonra Piraye'nin âşığı Nazım'ın, Milena'nın ışığı Kafka'nın, ama en çok Hayyam'ın hatta haddim olmadan Azmizâde Hâleti'nin kaderinden ömrüme pay bulup yazan, bir muharrir! Üstelik Seyyan Hanım'ın “Hasret'tini”, Neveser Hanım'ın “Kuş Olup Uçsam Sevgilimin Diyarına” efsanesini besteleri yanı başımda yapılmış gibi sevip dinleyen, sözlerini hatmeden, mektuplarımın sahibi olan udiye bir vasiyet bırakmışlar gibi seven, hatırlarını gözeten yine benim.  

Şu hasret vaktinde sevdiğimin, sesine de sazı kadar ve sazına hiçbir şeye olmadığım kadar hasret iken sadece yazmaya muktedir olan ben, şahsıma yapılmış Muhâyyer Kürdî bir şarkının bestesinde, güftesinde yine sevdiğimin ellerini aramaktayım. Bunca hasretin güzelliğe değen bir yanı elbette vardı. Çekmecemde, muharririn udîye yazdığı mektupların, udînin sevdiğine bestelediği şarkıların ilk nüshaları dururken Neveser Hanım kadar dertli olmam elbette mümkün değil. Ancak onca şiirin kendisine yazıldığını bilen Piraye'nin huzurunda buluyorum kendimi. Attila'nın kim olduğu bilinmez Pia'sında, Milena'nın, Mona Roza'nın dizelerine gizlenmiş Muazzez Hanım'ın kaderinden biliyorum kendi kaderimi. Ve Leylâ gibi değil, ben de davete icabet bir güzellikle seviyorum bahtımı.  

Kış vakti penceremde üşüyen rüzgârın beklemekten bıkıp usandığı, baharın yazdan evvel ziyarete geldiği vakitlerdeyim. Sevmenin en çok yakıştığı mevsimdeyim. Ve toprağına Mevlana'nın, Şems'in, Yunus Emre'nin mürekkebi damlamış bir şehirdeyim. Bunca sebebi derleyip, sevdiğimin kıymetini bin nehirden toplayıp kâğıtlara yazmaya muktedirim. Ve sayılı günün hesabı bitmeden ancak bu kadarını yapabilirdim  

Ben, mürekkebine aşk damlamış, şiirlerinin ithafı sevdiğine yapılmış olan bir muharririm. Künyem bundan ibaret ve sadece adımla sınırlı geçmişim!