ANKARA'DAKİ EVİ, YAŞAYIŞI

Âkif, Ankara'ya gelince doğru Taceddin Dergâhı'na inmiştir . O sıra Ankara'da kalacak yer, “mesken buhranı” olduğu için herkes bir tarafa sığınmaktadır. Taceddin Şeyhi, özel bir hürmetle, dergâhın iki odasını üstada tahsis etmiştir. Burası, “eşraftan birinin adeta selâmlık dairesi” gibidir. Ufak bir köşk tipinde muntazam yapılmış, içi dışı boyalı, döşenip dayanmıştır. Güzel ve geniş bir bahçesi, içinde türlü türlü meyveleri vardır. Önünde “şarıl şarıl suların aktığı” bir şadırvan bulunmaktadır (Fergan, 1962, 152). Burası, yer bulamayıp istasyonda çayırlar üzerinde yatan, Ziraat Mektebinde balık istifi kalan milletvekillerine göre gerçekten muntazamdır. Dergâhın iç konforunu, müdavimlerinden olan doktor, şair Hüseyin Suat, Midhat Cemal'e anlatır: “Köşede paslı küçük semaver, yerde pösteki, yazın geldiğini ispat etmek için tekkenin yanındaki mezarlıkta bir miktar yeşillik. Âkif, “tekkenin penceresinden bu yeşilliğe bakarak; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda” demiştir (Kuntay, 1990, 120).

Eşref Edip'in anlattığına göre Âkif, Ankara'daki bütün şiirlerini, İstiklâl Marşı'nı, bu dergâhta kaleme almıştır. Yakın dostu, marşı yazış halini de aktarır: “Odanın bir tarafına çekilmiş, elinde ufak bir kâğıt.. tefekküre dalmış.. ara sıra bir kelime yazıyor.. bazen yazdığını çiziyor.. sonra tekrar yazıyor.. bazen saatlerce düşünüyor..” Üstad, şiire çok zaman harcamakta, o kolayca okunup, akan şiirleri meydana getirebilmek için günlerce uğraşmaktadır. Tamamlandığında ise bir küçük merasim yapılmaktadır: “Şiir tamam olup da tebyiz edildiği zaman (temize çekildiği) çaylar demlenir, hep arkadaşlar toplanır, bilhassa pek sevdiği Basri'ye haber gönderilir. O elinde uzun çubuğu, sallana sallana gelir, üstadın yanına oturur, üstad tamam olan şiirini kendine mahsus ahenkle okurdu.” (Fergan, 1962, 152-153).

İstiklâl Marşı kabul edildikten sonra da Taceddin Dergâhı'nda “çok samimi bir merasim” yapılır. “Üstadın sevdiği bütün arkadaşlar, birçok mebus, üstadı tebrike” gelir, güzel sohbetler edilir. Kader birliğinin kenetlendirdiği, gönül birliğinin birbirine kaynaştırdığı insanlardır onlar. “Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin halâsından (kurtuluş) başka bir şey düşünmüyor.. Herkes şahsi emellerini bir tarafa bırakmış.. Bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmış”, hırslar, düşmanlıklar ayaklar altına alınmış, ortalıkta yalnız kardeşlik ve samimiyet dalgalanmaktadır. O kadar ki yazar, o ruh ikliminin coğrafyaya geçtiğini de belirtir: “Bütün gönüller, bütün meclisler, Ankara'nın dağları taşları, samimiyet ve sevgi içinde idi” (Fergan, 1962, 153).

Bu dergâh odası, ilim, irfan, sanat meclislerinin merkezi gibi kullanılmıştır . Âkif, musikiyi sevmektedir. Özel sohbet âlemlerinde arkadaşlarıyla birlikte ilahiler, şarkılar söylemekte, güzel seslilere gazeller, naatlar okutmaktadır. Dergâh, evler, bağ evlerinde bu toplantılar zaman zaman yapılmaktadır. Bu toplantılara katılanlardan birisi de Ankara'ya geldikçe sık sık üstadın yanına gelen Neyzen Tevfik'in kardeşi, Baytar “ulemasından” Şefik'tir . Âkif'in yanında ney üflemektedir. “Şefik, eşsiz bir neyzendir, fakat kardeşinin onda biri bile” değildir (Çantay, 1966, 83).

Âkif, dergâhı okul gibi de kullanmaktadır. Sabahları Mahir İz'e (evlerinde), Farsça eserler (Şeyh Sadi'nin Bostan'ı, Şems-i Mağribî Divanı, Harâbat) okutmaktadır. Bir ara Fransızcasını ilerletmesi için Alfonse Daudet'in Değirmenimden Mektuplar'ını tavsiye eder ve onu da okurlar. Meclisin genç zabıt kâtiplerinden olan Mahir Bey'in dersi bitince dergâhta, Balıkesir Milletvekili Hasan Basri ile Müftizâde Abdülgafur (Iştın) Efendi ve arkadaşlarına Arapça Muallakât okutmaktadır . Öğleden sonra Mecliste yerine geçerek görüşmeler başlayıncaya kadar Fransızca bir eseri tercüme ettiği görülmektedir. Gece yarısından sonra dergâhın misafirlerinden Hariciye hukuk müşaviri Münir (Ertegün) Bey'e Hafız Divanı'nı okutmaktadır. Günlük hayatında boşluk, dur durak yoktur. Dolu dolu yaşamaktadır. Onun hayat şeklini, öğrenci ve dostu şöyle tarif eder: “Âkif Bey ya okur, ya okutur, ya yazar, yahut fıkra söyler, veya dinlerdi. Abes ve manasız sözlerden sıkılırdı. Uzatmadan keser, başka lakırdıya geçerdi” (İz, 124-125).

Mehmet Âkif'in o hengame içinde, Millî Mücadele yılları itibariyle imzalı elli yazı ve şiiri yayınlanmıştır (Ceyhan, 1991, 400-405). Konuşmaları, vaazları yanında yayınlanmış şiirlerinin unutulmaz tesirleri bulunmaktadır.

1921 yılının Mayıs ayı başlarıdır (9 Mayıs 1921). Sabah erken Âkif, Hasan Basri'nin evine gider. Yazdığı bir şiiri okuyacağını haber verir ve okur. Bu şiir, “Bülbül”dür. “Size ithaf ettim”, dediği şiirini, nasıl bulduğunu sorar. Tekrar dinlemek isteyen dostu, kasten, “anlayamadım” dediği için bir daha okur. Kendi doğup büyüdüğü topraklar Yunan işgalinde olan Hasan Basri'nin, zaten içi kan ağlamaktadır. Bursa da Balıkesir'in talihini işgal altına düşerek paylaşmıştır. Haber alamamaktadırlar. Şiirin yazıldığı gün (9 Mayıs 1921), Yunan ordusu Yalova, Gemlik civarında Müslüman köylerini yakmaktadır. İzmit'te çoluk-çocuğu bir eve doldurarak ateş etmişler, birçok Müslüman'ın burun ve kulaklarını kesmişlerdir. Batı durumdan memnundur. Gonaris , İngiliz gazetelerine verdiği demecinde “Biz Haçlı (Ehl-i Salib) harbi yapıyoruz” demiştir (Özönder, 1986, 140). Venizelos'un oğlunun, Bursa'da Osman Gazi'nin sandukasına ayağını basarak poz verip, tarihten intikam alma aşağılığını gösterdiği günlerdir .

O elem verici hava, “Bülbül”ün ilhamı olmuştur. Âkif, bütün gece hem ağlamış hem de yazmıştır: “Sus ey bülbül, senin hakkın değil matem!” Vatanın durumuna hüzünlenen bir yürek yırtılmıştır. Figan onda, acı onda, elem ondadır. “Osman'ın beyninde” çan inlemekte, Selahaddin Eyyubilerin, Fatihlerin yurdu çiğnenmektedir. Ezanlar susturulmakta, “fezalardan Mevlâ'nın” adı silinmek istenmektedir. Şairin, milleti adına feryadını, figanını ortaya koyuverdiği demlerdir. Acı paylaşılınca azalır, denir. Âkif, aslında yüreğindeki yangını paylaşarak söndürmeye çalışmaktadır: “Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin; / Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? / O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun; / Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun. / Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl Gülşen / Gezersin hanümânın şen, için şen, kâinatın şen.”..

Âkif, tamamlamaya çalıştığı günlerde “Âsım”ı da Taceddin dergâhında dostlarına okumuştur. İsmail Habib'e göre, “Kalın, davudî” bir okuyuşu vardır. “Türkçenin, aruzdaki bütün kayıtları eriterek akan mâniasız, sektesiz düz ve revan ahengi”ni onlara hissettirmektedir. Dinledikten sonra “Şiirin yükseğe çeken kudretinde ruhlarımıza başka bir hava doluyor” diyen yazarın, hükmü şudur: “Âsım müellifi edebiyatımızın tarihinde kendine mahsus bir kürsü yaptı” (Sevük, 1966, 295).