Taşların yerinden oynadığı, devlet-toplum dirlik ve düzeninin kalmadığı dönemlerde tarih, insanları yine tartmaya devam eder. Hem devri, çok yönlü olarak ortamı, hem de insanları anlamak, normal devirlerden kat kat güçleşir. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyetler, Trablusgarp-Balkan-I. Dünya Harpleri, Mütareke gibi dönemlerin ardından gelen Millî Mücadele dönemi, aslında Türk Milleti'nin de Hıristiyan Medeniyeti'nin de birer sınavıdır. Osmanlı Devleti fiilen tarihe karışmış, başkenti dâhil bütün vatan toprakları işgal veya kontrol altına alınmıştır. Ordu, donanma, silâh-cephane önce uzun harplerde bitirilmiş, kalanlar da Mütareke (Mondros) ile kontrol altına alınıp-işe yaramaz hale getirilmiştir. Binlerce yıllık tarihte ender düşülen bir imha süreci başlatılmıştır. İmhacılar sadece Çanakkale'de, Kut'da, Galiçya'da, Sina'da savaşanlar değildir. Haçlı Medeniyetinin ikinci sınıf “maşaları” da öne sürülmüş, Avrupa'nın büyük devletleri “galip hakemler” rolüne bürünmüşlerdir. Parçalanan vatanın Anadolu kısmı da paramparça edilmek için doğudan Ermeni, batıdan Yunan, içeriden de Rum çeteleri saldırtılmış, kıyım, kargaşa, parçalama çalışmaları hızlandırılmıştır. Her biri bir devlet olacaktır. Selçuklu, Osmanlı cihan devletlerini kuran, İslâm Medeniyeti'nin asırlardır temsilcisi olan bir büyük millet, bu toplulukların muhatabıdır. Küçülen gücün, muhatabı da küçülmüş, daha doğrusu “siz ancak onlarla uğraşabilirsiniz” diyen, gerektiğinde müdahale edebilecek durumda olan “hakemlerin” seyir devri başlamıştır. Başkent İstanbul'da, Mütareke'den hemen on üç gün sonra İngiliz, Fransız, İtalyan bayrakları dalgalanmaya başlamıştır. Bütün haberleşme merkezleri, istasyonlar üçlü işgal gücünün kontrolündedir. Böylesine bir ortamda, fertler ne yapmalıdır? İflasın bütün ağırlığı ile sadece siyasi-ekonomik ortama değil, daha kötüsü olarak kafa ve yüreklere de çöktüğü bir atmosferde kişiler ne yapabilir? “Kara Gün”lerin sağlıklı düşünce bırakmadığı, şaşırtma ve yanıltmaların, saptırmaların kol gezdiği demlerde doğru yol nasıl bulunacaktır? Doğru tercihler nasıl yapılacaktır? Vatanı kurtarmak için İngiliz'e, Amerika'ya, Fransa'ya! hizmetin arttığı, hatta normalleştiği bir havada doğruyu bulmak, zora talip olmak; karakter, kişilik, kimlik sınavını başarmak kolay mıdır? Böylesine bir zamanda Âkif'i incelemeye çalışmak da zordur. Hem dönemi-ortamı itibariyle hem de kişilik özellikleri itibariyle! 

Âkif, bir şair hassasiyetinin, hatıra getirebileceği bütün inceliklere sahip olmasına rağmen, yeri geldiğinde müheykel bir savaş adamı gibi kararlı, ayağı sabit kalabilen bir şahsiyet âbidesidir. Kişiliği oturmuş, dostluklarına sadık, sözünün eridir. Aynı zamanda doğru sözlüdür. Bütün o özellikleri ile birlikte, vefa duygusunu insan olmanın gereği gören bir tabiilikte benimseyip yaşayan birisidir. Devre, iktidara, değişen şartlara göre tavır alan tiplerden değildir. Hiçbir zaman çıkara, mevki ve mansıba göre durumunu değiştiren birisi olamamıştır. İlme, öğrenmeye sürekli açık, gelişmeye, ilerlemeye âşıktır. Bencillik sıradanlığını aşmıştır. Bütün güzellikleri ve faydalı şeyleri kendisi için değil, milleti ve vatanı için isteyebilmektedir.

Altmış üç yıllık ömrü boyunca, asil tavrından, tercihlerinden, inanç ve ideali doğrultusundaki çabasından dolayı; dostlar kadar düşmanlar da kazanmıştır. Ama herkesin, adı anıldığı zaman teslim ettiği özellikleridir bunlar. Aleyhinde olanlar; onun karakter zaafı, ahlâkî sükûtu, çıkarcılığı, kadın, mevkii-makam düşkünlüğü vb. bir sefil zaafını söyleyip yazamamışlardır.

Zorunlu olarak, vatan hizmetine koştuğu uzun aralar dışında, ailesini ihmal etmemiş, iyi bir baba, hayırhah bir eş olmaya çalışmıştır. Şair, yazar, aydın olarak Âkif'in, vatanın zor günlerinde takındığı tavrın, aslında model bir şahsiyet olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

Âkif, millî konularda hassas bir vatanseverdir. Millî Mücadele döneminde  “Vatan Türküsü”nü yazması, bizzat Millî Eğitim Bakanı tarafından istenildiği gibi, Balkan Harbi'nin son sıralarında benzeri bir talebin muhatabı olmuştur. O zaman, İstanbul'da bir Müdafaa-yı Milliye Heyeti kurulmuştur. Heyetin Neşriyat Şubesine, meşhur ediplerden Recaizâde Mahmut Ekrem başkan seçilmiştir. Üyeler içinde, Süleyman Nazif, Mehmet Âkif ayrıca M. Âkif'in fikrine, şiirine “derin bir kin ile muarız olan” bir iki kimse de bulunmaktadır. Recaizâde Ekrem, hepsinin yanında Âkif'e dönerek, “Bizim için bir Şehname-i Millî yazmasını” ister. Zira böylesine bir eseri yazabilecek edebi güç ve vasıfları kendisinde görmekte olduğunu belirtir. Âkif'in şiirine meftun olan Recaizâde, isteğini “âdetâ vasiyete benzeyen bir tavırla” tavsiye ve beyân eder. S. Nazif, bu düşünceye katılarak aynı emir ve isteği, “hepimiz Safahat şâirinden rica etmeliyiz” demektedir (Süleyman Nazif, 1991, 10–11).

Şehnamenin İran'daki etkisi bilindiği için benzer bir eserin, Balkan Harplerinin millî bütünlük ve dirilişe en muhtaç olduğumuz zamanında istenmesi anlamlıdır.

Âkif için aslında bu, tabii bir görevdir. Milletini, “sevenleri toprak olmuş çocuk” kimsesizliğinde bırakacak değildir. Davudî, gür sesiyle haykıracaktır. Birinci Dünya Harbi'nin netameli günlerinde millî birliği öne çıkartarak: “Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz; / Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz. / Düşer mi tek taşı, sandın, kalesinden namusun, / Meğerki harbe giden son asker şehit olsun.” demiştir. Milyonların buluşacağı yeri de işaret etmiştir: “Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; / Sevinme bir, acı bir, amaç aynı, vicdan bir; / Değil mi sinede birdir vuran yürek.. Yılmaz. / Cihan yıkılsa emin ol, bu cephe sarsılmaz.” (Hatıralar, 1917).