Bu gün eskilerden birini aramak geçti içimden…

Eskilerden, yıllar öncesine ait zaman gergefinin bizi getirdiği durumdan hasbihal edelim. Yırtık pabuçlu, altı yok çoraplarımızla kurduğumuz hayalleri yad edelim yeniden…

Tartalım yeniyle eski arasında ki günahla sevabı. Günlerce gittiğimiz bir mesafeyi saatlere indirmek ne kazandırdı bizlere…

Karakalem resim çalışmasında mahir olan bir ressamın resimleri, son model dijital fotoğraf makinesinin saniyede önümüze koyduğu resimlere kıyasla hala geçer akçeliği ne kadar…

Sıcak ilişkiden yoksun insanlara karşı taş gibi, demir gibi soğuk, sözcüğü anlamını yitirdi mi bu gün? Demir’in insanlığa amade olmasıyla... Yükseldi mi rütbesi?

Ve yaptıklarıyla durdurarak bilmeyen insan, bu koşudan ne kadar avantajlı. Sahi bu sühulet insanın ömrünü uzattı mı birkaç yıl? Ya bunca rahatlığa karşı şehrin hemen hemen her mahallesinde hastaneler açılmasına ne demeli, Doktor üreten üniversitelerin yetiştirdiği Doktor sayısının hala ihtiyacı karşılamamasına…

Hayatın neresindeyiz, mevsimin hangisinde, konuşmak için bir nedenimiz var mı acaba? Olsa bile ne konuşacağız? Sohbetlerimizin konusu ne olmalı? Teknoloji çılgınlığı, İnsan azmışlığı, çığ gibi büyüyen hastalıklar, hastane kapıları, mahkeme kararları, aç kalma korkularımız vs.

Neresindeyiz hayatın ya da hayat bizim neremizde? Beklentimiz ne? Beklentimize cevap alamayınca koşuşturmamız nereye, nerelere kadar uzanmalıdır…

Sahi bu toplumun temelini oluşturan aile nerede kaldı bu hengâmede? Baba, anne ve çocukların koşu istikametleri, aynı mı acaba? Ya büyükbabalar, dedeler, büyük anneler, nineler, amcalar, halalar, dayılar, teyzeler ve sair akrabai taallukat nerede biz neredeyiz?! İki kardeşten biri diğerinin işiyle ne kader ilgili acaba? Derdinin, müzmin hastalığının ne olduğunu biliyor mu? Yandım Allah dese ne kadar elini uzatabilir özbeöz kardeşine? Ya ebeveynlerimizle kendimiz arasındaki uçurum nasıl kapatılır nasıl aşılır düşünme zahmetine katlanıyor muyuz?

Bu gün o günlere gitmek geldi içimden. Dünlere daha öncelerine, Babaannemin anlattıklarına…

Havsalamı yokladım bir şeyler kaldım mı diye dünden ama nafile...

Biran şüphe etmeye başladım kendimden sahi biz dünü yaşamadık mı? Yırtık pantolon yırtık pabuçla mahalle aralarında dolaşmadık mı? Yoksa bizim dünümüz kitaplardan aşüfte ettiklerimizden mi ibaret?!..

O günü kime sormalıyım, kendi bilgi dağarcığımda kalmamışsa hiçbir karıntı? Sorsam ayıp olur mu acaba? Benim hafızamda mı problem var. Anlatıverirler mi banana birer birer ne geçmişse dünden. Bir ben miyim dünle bu günü karıştıran.

Ya Büyük adam olmak için kurduğumuz hayallerin neresindeyiz?!..

Büyük adam nasıl olur. Büyük adamın kriteri nedir toplumda…

Büyük adam kime, neye göre büyüktür. İyi bir ilim adamı olmak, müzmin bir hastalığa çare bulmak, içinde yaşadığın toplumu dünya önünde temsil etmek, ülkenin en tepesindeki yönetici olmak ya da fabrikalar, yatlar, katlar, arabalar, skandallarla dolu bir hayatın önünde giderek her gün yazılı ve görsel medyada yediden yetmişe herkesin dilinde olmak mı?  Tüm bunlardan hangisi mutlu ve huzurlu kılar insanı, insanlığa dair bir şey kalmışsa özünde…

Hayvanı kendi hemcinsinden üstün gören, ırk ve cinsini karıştıranlar kendilerini bir matah sanmasınlar ama kanadı kırılan bir serçe kuşunu alıp tedavi ettirdikten sonra özgürlüğüne kavuştururken ardından bakarken hayatınızdaki tüm kara deliklerin kapanıp o koca gövdenizle yerden ayaklarınızın kesilme duygusu yaşama şansınız oldu mu bir kere de olsa…

Ya karıncaların çalışma sitilini örnek alarak onlara gıpta ettiniz mi? Kanunlara kurallara mutabık kalarak hepsinin gücü nispetinde seferber oluşuna şahit oldunuz mu?

Mutluluk, hayattan zevk almak, her insan için aynı olmadığına göre, mutlu olmak doğrultusunda hangi hedefe ulaştığı zaman işte bu diyerek yerince durabiliyor insan?..

Ömrüyle servetini mukayese ettiği zaman servetinin kendi ömründen kat be kat daha fazla olmasına rağmen hala dur durak bilmeden koşuşturan insan neyin peşindedir? Neyi yakalamak, neyi elde etmek, nerede kalmak arzusundadır dersiniz? Kendinize bir gün olsun sordunuz mu acaba? Nerede durmalıyım diye. Şehvete düşkün olanlar şehvetin, şöhrete düşkün olanlar şöhretin, mala mülke düşkün olanlarda servetin ne kadarıyla yetineceklerinin bilincindeler midir?

Eskilerin tabiriyle “güzelliğine güven me bir sivilce, servetine güvenme bir kibrit yeter” deyimini akıllarına getirmeyi akıl edebiliyorlar mı?

Şehvet, servet ve şöhret yolunda mesafe kat edenlere bu yolda fazla yol kat etmemiş bir insan “malda yalan mülkte yalan, bu yalan dünyada sen biraz oyalan” dese, o şahsın onu neyle itham edeceği hepimizin malumu; züğürt tesellisi. Sormak lazım bu teselliyi söyleyenlere, servet, şöhret ve şehvet konusunda olduklarından daha fazla yol kat edenler kendilerinden geride kalanları aynı yaftayla mı yaftalarlar?.. Bunca varlığın içinde midemiz, cinsel yönden şehvetimiz, nam yönünden şöhretimizin de bir sınırı olduğu su götürmez bir gerçektir.

Koşuşturmamız neye, nereye, niçin, neden… Taktımızın sonuçsuz olduğunun bilincini kavramamız çok mu zor? Aynalarla barışık mıyız,  kendimiz kandırmaya alışık mıyız?..

Yeni yürümeye başlayan iki yaşında bir bebek bile aşamayacağı bir engelle karşılaşınca yardım isterken büyüklerinden, atamazken kendini ateşin ortasına, yasımız ilerledikçe bu bebeksi duygularımızı damı yitiriyoruz. Nereye, kadar özgüven, nereye kadar başıboşluk, nereye kadar; gücümüz taktımız bunu bilemez anlayamaz duruma mı geldik…

Kolaylaştırdığımız hayat nerde, teknoloji çılgınlığımız bize getirisi ne götürüsü nedir. Hemcinsine küskün, kendi keyfi için başkasını özgürlüğü çalan sözüm ona hayvanlara doğru bir eğilim seyreden arayışlar içine düşmenin temelindeki hastalık neyin nesidir. Hemcinsine güvenmeyen insanoğlunun asıl kusuru kendinde araması gerektiğini anlaması çok mu zor ki ilkelliğe bürünerek aydınlığa kavuştuğu yanılgısıyla teselli oluyor. Yaratıldığı veçhile doğada yaşamını sürdüren mahlûkatın özgürlüğünü çalarak ona iyilik yaptığı hastalığıyla kıvranan insanoğlu asıl yolunu ne zaman bulacak?

Yolunu kaybetmenin temelinde yatan nedir? Körlük, vurdumduymazlık, başına buyrukluk, özden kopukluk mu yoksa yeryüzündeki kutsal hayattan uzaklaşmak mı? İşte asıl sorunun cevabı bududur. İnsan ne zaman yaratılış sebebini unuttu o zaman dünyadaki dengesini kaybetti. Bu kaybediş onu farklı arayışlara iterken yepyeni çıkmazlara, yepyeni zorluklarla boğuşmakla karşı karşıya bıraktı. Oysa o yanlış arayışlara giderken yanılırsam tekrar dönerim diye düşünerek hareket noktasını tespit etseydi, çıkmaz sokaktan dönüp tekrar doğru yolu bulabilirdi.

Gücünün, aklının, gayesinin ne olduğunu kavrayan insan, kendini kaldıramayacağı gücün altına sokmazdı. Kolayı dururken zoru seçmek te demek ki, insan olmanın başlıca hatalarından. Değilse dünya imtihan dünyası olmazdı. İyilikle kötülüğün savaşı ilk insandan son insana kadar devam edeceğine göre, çabamız, safımızı seçmemizden, belirlemekten başka bir şey değildir. Sevdiklerimizi de kendi safımızda görmek isteriz tabi ki ama bu bunun için sağımıza solumuza kaç tane sevdiğimiz var diye dönüp bakmamız gerekir. Hani nerdeler…

Ulaştığımız koşu maratonunun sonunda yanımızda tanıdıklardan kimse yok gibi gözüküyor. Zira koşuya başlarken istikamet belirlenmedik. Hem belirlense de beklenti farklı olunca istikametlerde farklı olacaktır kaçınılmaz olarak. Koşarken kim var kim yok yanımızda diye bakma zahmetine katlansaydık belki bazı sevdiklerimizin yanına gider onlarla koşuyu devam ettirirdik. Yanımızda taşıdığımız teknolojiyle sürekli irtibat kurabileceğimiz güvenci bizi yanılttı. Oysa teknolojik iletişimler ruhsal iletişimler değildir. Yoksa ne anlamı kalırdı “gözdemn ırak olanlar gönülden e olurmuş” vecizesinin…

Hareket noktamızı tutabilseydik aklımızda, tekrar oradan farklı istikamet yolarını birer birer arayarak sevdiklerimizin bazılarına ulaşma şansı bulurduk belki, bunun için zamanımız ve ömrümüz kifayet ederse. Oysa bizim için hedefe ulaşmak hedef kapmak önemliydi başlangıçta. Oraya ulaşınca herkesin bizi takdir edeceği ve sevdiklerimizin de peşimizden geleceği yanılgısı şaşkına evirdi bizi…

Demek ki hata yapmışız. Demek ki yoldan sapmışız. Geçmişi hiçe saymış, hareket noktamızı aklımızda tutmamış, başa boş olduğumuzu sanarak kendimiz doğada yalnız yaşayan mahlûkatı eğiterek, özgürlüğünü çalarak onlara iyilik yaptığımız yalanına kandırmışız.

Teknoloji çılgınlığı bizden her şeyimizi almış da farkına varmamışız. Şimdi koca kalabalıkların içinde yapayalnız kör-topal hayat mücadelesi vermeye çalışıyoruz. Oysa teknoloji çılgınlığının yanında nerde olduğumuzu bilebilsek, gönül kapılarımızı aralamaya devam etseydik, analardık ne duygular gizlerdi, her satırından her hecesine, her hecesinden her tümcesine ve hatta her harfine kadar o ucu yanık mektuplar…