"Medeniyet, birisinin arazisine giren kişiye karşı elindeki taşı atmayıp biraz bekleyince başlamış" demiş bir filozof. 

Bizim memleketimizde Osmanlı döneminde bir nüfus sayımı yapılmaya çalışılmış. Nüfus sayımı ile vazifeli kişiler hanelerin kapısını çalmaya başlamışlar. Hane kapısına çıkan hane reisine karısının ismi sorulunca nüfus sayımı ile vazifeli memurların ağızlarına atılan tokatla akılları başlarına gelmiş. Evet, biz nüfus sayımına tabi tutulamayan ve kendimizi istatistiksel bir değer olarak görenlerin suratına şamarı yapıştıran bir millettik. “Sen kimsin? Hangi cesaretle benim karımın ismini soruyorsun bire gafil!” deyip tokadı aşk eden 'adamlar' varmış bu memlekette.

Bu vaziyet Akif'in bir şiirinde de şöylece zikredilmiş:

...

Hani haysiyetinin gölgesi çiğnense eğer;

-Olmadan Üç kişinin, beş kişinin hunu heder-

Kahraman gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrad?

İşte haysiyyet-i kavmiyye muhakkak  berbad!

Hani “Namahreme ben söyleyemem kızlarımın,

Karımın ismini! Hem öldürürüm, sorma sakın!”

Diye tahrir-i nüfus istemeyen er kişiler!

Hani, göstermediler eski celadetten eser;

Fuhşu i'laya koşan bir sürü namerd öteden,

Ne selamlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken!

Hani ey kavm-i esaret-zede muhtariyyet?

...

Ne kadar gayri medeni bir söylem değil mi? Karısının, kızının ismini soran nüfus memurunu "öldürürüm" diye tehdit ediyor. Akif de bu tavrı eleştirmek yerine bu tavrın sadece evi için değil milletin evi mesabesindeki vatan için de harekete geçmesi gerektiğini söylüyor. 'Niçin hane halkın için kıskançsın da vatanın için kıskanç değilsin?' demeye getiriyor.

Eskiden bir erkeğin yakınına küfreden kişi ölmeyi göze alarak o naneyi yerdi. Şimdi Konya'da da insanlar medenileşti. Kendisine, yakınlarına sövülen kişi soğuk kanlılıkla yanına bir de şahit alarak adliyenin yolunu tutuyor ve şikayetçi oluyor. Ceza davası sonuçlanınca da manevi tazminat davası açarak kendisine yapılan hakaretten kazanç temin etme yoluna gidiyor. İşte size alkışlanacak bir medeni tavır. 

Evet, medenilerin bilmem kaçıncı hücumu olan Haçlı Seferlerini püskürten Selçukîlerin merkezi olan Konya, medenileşme yolunda da artık büyük mesafeler kat etti. 

Konya'da birkaç gün evvel homoseksüellik ve lezbiyenlik lehine bir gösteri yapılmış. “Biz de varız” demişler. Konyalılar da medeni bir şekilde gösteriyi izlemiş. 'Değil mi ki herkes fikrinde, inancında hür... Bunlarda gösteri yapıversin n'olur sanki?' demişler.

Sonra İnsan Haklarına toz konduruyor mu müftüsünden, Reis-i Cumhuruna kadar bunca muhafazakâr-dindar? Şayet 'insan hakları' denen şey yenmeyecek bir şey olsaydı bizim önümüze koyar mıydı bunca üdeba, ulema? Bir şey söylemezler miydi bu 'mübarek' hakkında? 

'O halde bunu da hoşgörü ile karşılamamız gerekiyordu' demiş hemşerilerimiz. Öyle de olmuş. Yaşasın inanç özgürlükleri, yaşasın cinsel kimlikler, yaşasın etnik kimlikler, yaşasın insan hakları, yaşasın ileri demokrasi, çoğulcu yönetim, yönetişim, empati, hoşgörü, ortak akıl!... Yaşasın medeniyet! 

Medeniler bugünlerde Konya'da huzur içindedirler, zira Konya'nın da Medeniyet treninde artık bir vagon olduğunu bütün dünya gördü... 

Şu tesadüfe bakın ki Konya'da bu günlerde Medeniyet Okulu diye de bir kampanya başlatmışlar. Bu kampanyayı kimler desteklemiyor ki? Belediye, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları!

Konya'nın billboardlarında 'medeniyet okulu'nun faaliyetleri kapsamında bazı sloganlar görüyoruz: “Her konuda cömert ol. Sakladığın değil, paylaştığın senindir

Tabi bizim gibi 'takıntılı' insanların bu “her konuda” lafına takılmaması mümkün değil. Dikkat edin. “Malını infak, et cömert ol” demiyor. “Her konuda cömert ol” diyor. Ayrıca neymiş: 'Sakladığımız değil, paylaştığımız' bizimmiş. 

Biz eğer Medine'yi kıskanmasa idik, Bedir kuyularında ne işimiz vardı? Biz vatanımızı kıskanmasa idik, Sakarya'da ne işimiz vardı? Biz İstanbul'u kıskanmasa idik Çanakkale'de ne işimiz vardı? Biz evimizi, ailemizi kıskanmadan adam olabilir miyiz? Bize ait hiç bir şey kalmasın mı? Mahremimiz olmasın mı? "Verme! Dünyaları alsan da bu cennet vatanı" ne demek? Şehrinizi, vatanınızı inanç turizmine değişin mi diyor İstiklal Marşı bize?... 'Konya'nın kaçta kaçı ecnebilere satıldı?' Diye kimse sormuyor.

Biz de artık ilerliyoruz medeniyet yolunda! “Medeni ülkelerin seviyesine ve hatta üstüne çıkma ülküsü” doğrultusunda yürüyüşümüz 90 senedir ve hatta Tanzimat'tan beridir yesek de yemesek de devam ediyor.

Bugün bu acayip duruma düşmemizin altındaki asıl hastalık ise bize öğretilmiş bir acziyet. O da bizim milletçe geri kaldığımız yönündeki ön kabul, tabu. 'Geri', 'ileri' neye göre, hangi kıstaslara göre tespit ediliyor diye bir an için bile düşünmeyen kalabalığa 'ilerlemesi' için ne verilirse yutacağı besbelli.

İffetli bir kadına geri kaldığını kabul ettirdikten sonra artık ona hangi kıyafeti giydirirsen giydir. “Hayır! Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde geri kalmadı” dediğin zaman yüzüne manasız manasız bakıyorlar. “Hayır, ne münasebet, biz geriyiz” deyip inatla direşiyorlar.  

Biz gâvurlardan daha mı iyi mi bilecekmişiz? İlerlememiz lazımmış. Hem de medeniyet yolunda, daha fazla demokrasi yolunda, durmadan ilerlemeliymişiz. Lastikleşme, naylonlaşma, dijitalleşme,  insanlıktan çıkma, robotlaşma yolunda daha hızlanmalıymışız. 

Zamane 'Müslümanları' çok garip! Mesela kerpiç bir evde, yerde oturarak, üç parmakla yemek bu 'Müslümanlar'a göre asla hoş görülemeyecek bir davranışmış. Medeniyete aykırıymış her şeyden önce... 

Hem Rasulullah'ın hayatını, yaşayışını küçümseyelim, ulaşılması gereken değil de; geçilmesi, geride bırakılması gereken bir hayat kabul edelim, hem de Müslümanlığımıza halel gelmesin istiyorlar.

Neredeymiş o pırasanın bolluğu?

...

Yazının altına da medeniyetten nasibini almamış, geri kalmış bir not düşelim, medenilere inat: Bugün 27 Muharrem 1436. Bugün kıyamete dünden daha yakınız. 

 

(*) Mehmet Akif'in bir mısraından.