Irgat uşakları hırpani görünüşleriyle düşlerken geleceği, uçtuklarının farkında bile olmazlardı.  Bu uçuşun kimseye zararı dokunmaz, kimsede bu uçuştan rahatsız olmazdı. Taki bazılarının hayalleri gerçekle birleşip bazılarını rahatsız edene dek… Hayal kurmaya rüya görmeye kimsenin bir diyeceği yoktu. Kurulan hayal hayata geçirilene görülen rüyada gerçeğe dönüşene dek…

Memleketler vardır sahipli ezelden… Memleketler vardır yeni sahipleri gazelden… Kiracı nasıl uyursa el yurdunda ev sahibi edasıyla kuşkusuz, el atıyla nasıl kahramanlıklarını ballandıra ballandıra anlatırsa süvari, işte öylesine… Öylesine uygun olur yamalar doğuştan üryan bir bedene eğreti duran elbiseye...

Bir ilkbahar sabahında güneş yeniden yüzünü gösterince akşamın karanlığında yolunu kaybeden ne varsa börtü böcek yeniden dizilir hayatın sırlı yolarına… Sahte damatlıklarla gösteriş budalası gençlik nasıl dımdızlak kalırsa ortada alınınca önünden sütresi, öyle kamaşır gözleri yarasanın gerçekler karşısında. Zira gözün güzel ve endamlı olması işlevini yerine getirmekte yeterli değildir. Asıl olan gözün özündeki dinamizm ve işlevdir. Yarasanın gözleri ışıktan çok karanlığa uyarlanmıştır. Aydınlıklar rahatsız eder onu… Gerçek sızlatır kemiklerini… Zaruri ihtiyaçları dışında çıkmamalıdır ininden hayatta baki kalabilmek için…

Neden, niçin, niye sorularını sormadan atlayınca bilinmeze saltanat sürdüm sananlar anlayınca gerçeği çok kan kaybedecekleri ve ellerinde olanın kıymetini bilmeleri için çok geç kalmış olacaklardır... Hani oğlunun toplumda saygın biri olup başkaları tarafından saygı görülmesini arzu eden aceleci ve bir o kadarda akıllı olduğunu sanan sözüm ona cahil bir ananın yeni doğan oğlunun ismini yazdırmaya gidince nüfus memurun oğlunun ismini ne koymak istediğini sorması üzerine ‘efendi’ cevabına karşı nüfus memurunun manidar cevabı mana ve ehemmiyet bakımından çok şey anlatacaktır anlayana… 

Memur köylü kadına söyle demiştir: Teyzeciğim oğlunuzun adını ‘efendi’ yazdırmanızla efendi olmaz, efendilik sonradan gelir. Ne zaman insanlar ona efendi derlerse o zaman efendi olur… İsimlerinin başına kıymeti kendinden menkul payeler takanlar anlayacaklar elbet gerçek payeyi verme makamı iki tanedir. Birinci her şeyi yoktan var eden yaratıcı, diğeri de onun yeryüzündeki temsilcileri halifesi insanlardır. Dolayısıyla iki paye vardır. Biri inanların yaşarken görebileceği diğeri de dünyasını değiştirdiği zaman alacağı payedir ki, nerden gidersen git dönüp dolaşacağın yer aynıdır. Zira gelinen noktaya er veya geç dönülecek, ondan ve ordan kaçış yoktur…

Tarihte toplumun liderliğini hep taşradan çıkan insanlar üstlenmiştir. Daha sosyete bir deyimle varoş insanları ama ne hikmetse zahmeti varoşlara rahmeti ise hep başkalarına düşüyor gibi gözüküyor bu kısa hayatın… Hele başka bir hayatın varlığını kabul etmeyenlere göre bu tam manasıyla bir cambaz havasıdır. Öyle olsaydı eğer ip cambazları üzerine kurulurdu değer... Bu söylemimden, cambazlığı kendine meşgale edinen, bir incecik ipin üzerinden yürümek için yıllarını veren, terini akıtan ve ekmek parasını canını hiçe sayarak kazanan insanları küçümsediğim anlaşılmasın.

O incecik gövdeyle yaratılış gayesine uygun yaşam biçimi yoksa dünyada insanları hayrete düşürerek ekmek paralarını kazananların, cüsse bakımından onların nerde ise dördü kadar olmasına rağmen binde biri kadar bile ter atmayan ve tehlikeyi göze almayan insanların kıldan ince bir sicimin üzerinden süratle geçişlerini hayal edince insan, neyin dolu neyin boş olduğunu daha kolay anlayacağı kaçınılmaz bir gerçektir…

Eskilerin tabiriyle marifet iltifata tabidir sözü bu bağlamda ne kadar yerinde bir anlam taşır bilemem. Üç beş kuruş harcanarak öldürülen zaman için sarf edilen iltifatlar günü kurtarır ama dünü ve yarını kurtaracağı kanaatinde değilim. Öyleyse hep günü kurtarma peşinde mi olmalıyız?!.. İnsan dün ve yarınını atınca ardına yaradılış gayesine ters düştüğü kaçınılmaz bir gerçektir. Zira göçebe hayatı dediğimiz bu hayatta insanların yanında, görünür görünmez birçok canlı vardır. Beni âdemin diğer canlılardan tek farkı: yaptığı ve yapacağından dolayı günün birinde hesaba çekileceği gerçeğidir. Eski medrese âlimleri insanlarla hayvanları bir birinden ayırmak için insana “konuşan hayvandır” demişlerdir. Bu yaftayı takarken insanın göksüne bir hayvanın görüşünü almadıkları kesindir. 

Dünya hayatında insanlığa lokomotiflik yapan varoş çocuklarıdır dedik. Onun dışındakiler alınmasınlar ama hep yiyiciler olmuştur. Kaderin ne cilvesidir ki lokomotifler varoş çocukları olmasına rağmen onlar açlıktan, at sineği gibi bedava yaşayanlar ise tokluktan ölmektedirler. Kimse gücenmesin alınmasın servetin ve şehvetin içinde yüzenlerin yaşam hakkı yoktur demiyoruz. Zira düsturumuz açık ve aşikârdır: “ yaradılan'ı severiz, yaradandan ötürü” biz onların mülkün sahibinin kim olduğu ve onun temsilcisinin kimler olduğunu unutmalarından rahatsızız. Tıp ki vekilin asili, kimi temsil ettiğini unutmasından duyduğumuz rahatsızlık gibi.

Hizmet himmet değildir. Hizmet himmet erbabına gurbiyyyet kesbettiği zaman mana ve ehemmiyetini kazanır. Sormak lazım tarihte kaç düşünür şehvet ve şöhret yuvalarından çıkmıştır. Hangi zorbanın saltanatı uzun ömürlü olmuş saygıyla anılmıştır. Dünyevi alanda başı çekenlerde öbür âlemin haber ve müjdecileri de varoş tabir edilen taşra uşaklarından başkaları değildir.

Kutsal kitaplar bakalım. İnsanların kendilerini yazdıkları tarihi vesikalara bakalım kimin nerden nasıl geldiği açık ve aşikârdır. Zamanın Firavununun Kâhinleri “İsrail oğullarının bir erkek çocuk dünyaya gelecek senin saltanatını elinden alacak” demesi üzerine Firavunun sıkı tedbirine rağmen kendi sarayında büyütmek zorunda kaldığı HZ. Musa Çölde çobanlık yapmamış mıdır?..

Yine bakire Meryem’den insanların doğum konusundaki tapularını yıkarak mucizevî bir biçimde babasız olarak dünyaya gelen, Kırlarda koyun güden, etrafında çobanların, yoksul insanların toplandığı eşsiz peygamber Hz İsa, doğumundan bir müddet evvel babasını kaybeden, kırlarda koyun güden, etrafına yoksulların, kölelerin toplandığı, akrabalarının;" Peygamberlik bizim gibi zengin eşraftan birine değil de senin gibi bir çulsuza mı gelecek" diye alay ettiği Allah'ın yetimi Yüce Peygamber Hz. Muhammet Mustafa varoş uşakları değil midir?!..

Söylediklerim ve söylemeye çalıştıklarım bir kısım insanlar tarafından fakir edebiyatı yaptığım iddiasıyla yadırganacağını biliyorum. Ama şunu da onların bilmesini istiyorum ki, acıntının primi yüksek ve peşin değildir. Aksine veresiye, az ve ileriye yöneliktir. Aslolan gerçeğin pirimidir ki oda ebedidir.

Gücünü ve gelecek felsefesini vaat edilmiş topraklar üzerine kuranlar o tapmaklarda nice peygamberlerin ve varoş çocuklarının kanlarına girdiklerinin farkında olmak istemiyorlar. Hz. Yusuf anlatınca rüyasını babasına- Daha on iki yaşında iken, bir gece rüyasında, on bir yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü- Hz. Yakup “Ey oğulcuğum bu rüyayı kardeşlerine söyleme” dedi. Çünkü her hakikat her yerde söylenmez. Hakikat ondan uzak olanlar tarafından içilmesi en zor zehirden daha acıdır. Onu içip şifa bulmak yerine onun menşeini kurutmak için ellerinden gelen tüm çılgınlıkları yaparlar, onu bulamasalar da…

Hz Yakup’un on iki çocuğundan Yusuf’a olan sevgisi bir başkaydı. O sevginin kaynağında bir başka buyruk bir başka heves gizlenmişti. Bir başka muştu vardı onda, anlatılmaz yaşanır. Çünkü öyle emreylemişti yarap. Buna karşı olanlar kardeşler çareyi gerçeği ortadan kaldırmak yoluyla elde edecekleri zannına kapıldılar. Bile bile cebren ve hile ile bu hep böyle olmuştur dünden bu güne. Tarih ve kutsal kitaplar bu tür kıssalarla dolu olsa da dünya devam ettiği sürece, Habil’le kabil kardeşlerin savaşı devam edecek, geceyle- gündüz hep bir birini kovalayacaktır…

Akla gele soru ise madem öyle bunca çaba niyedir. Bu sorunun cevabı geçici âlemden ebedi âleme intikal ederken kimin veya kimlerin safında yer almamız gerektiği çabasıdır. Herkesin yer almak istediği içinde bulunmak istediği bir Taraf vardır bilerek veya bilmeyerek. Savaş dünden daha öncesi günden devam ede gelse de kimin çabası bu günden kiminin ki ise de yarından kaynaklanmaktadır.  Dünü bekleyene göre bugün karşılık bekleyen zararda bugünü bekleyene göre de yarını bekleyen...

Yusuf başına gelecekleri anlayınca kardeşlerine “beni atmayın karanlıktan korkarım” dedi ama onlar içinde bulundukları andan korkuyorlardı. Belki de mücadele kovulmuşla korunmuşun mücadelesi idi. Kovulmuş korunmuştan hınç alma peşindeydi. Belki sevgi atılmalı sevgisizlik alınmalıydı babanın dikkatini çekebilmek için. Belki de bazı zorbaların dün olduğu gibi bugünde her şeyi elde ettikleri gibi sevgiyi de zorla alacakları konusunda yaptıkları binlerce ataktan birinin tekrar sahnelenişi…

On yedi yaşındaki Yusuf'un feryat ve figanlarını duyacak bir kulak bulunmadı 11 tane kardeş kulağı arasından… O gün tıkanan kulakların yerine ertesi gün onun sesini duyacak binlerce kulak bulunacaktı ama nafile… Hayat ağını örüyordu… Yaradan, yaradılan’ı imtihandan imtihana sürüklüyor ayetlerini bir bir sergiliyordu gören gözlere... Kuyu başından geçen kervan dinlenmek için mola verince kuyunun yanında, hizmetçi daldıracaktı kovasını onu bekleyen Yusuf'u çekip çıkarmak için bekletildiği yerden…

Kervana sudan bir servet, insanlığa da yeni bir serment çıkmıştı kuyudan.  Elinde olanın kıymetini bilmeyen günü birlik yaşayan insan, yarının hesabını yapmadığı ya da acele yaptığı için bir kez daha yanılacaktı. Mesele yaşam tarzını seçme meselesi, bu güne ya da yarına yatırım yapma meselesiydi. Sabredip görselerdi Yusuf’un kardeşleri babalarının Yusuf’a olan sevgisinin neticesini, onca darlığa düşmeyecekler, varlıklarının sebebi olan babalarını onca yıl üzmeyeceklerdi… 

Semavi dinlerde bunca kıssa bunca badire sıralanırken bir bir, anlamak istemeyen insana karşı yapılacak bir şeyin olmadığı su götürmez bir gerçektir. Mesele hedefe varmak için yola çıkan karıncanın çabası ve onu hedef doğrultusunda galeyana getiren fikir erinin emeğinin zayi olmayacağı gerçeğidir. Yusuf'u kuyudan çekip çıkaran kovanın nasıl ve neden yapılmış olduğu bir yana, onu kovadan çeken bileğinde bir ecri olacaktır elbet…

Gücü elerlinde tutanlar, her şeyi satın alabilme alışkanlığından olsa gerek, tüm değerleri de satın alacakları yanılgınsa düşerek aldanmışlardır. Satın alınan değerler değil onun kof kabuğudur. Bir işçinin alın teri kurumadan emeğinin karşılığını vermemiz onun bedensel yorgunluğunu giderecektir. Bu bedel, hiçbir zaman ruhunu ortaya koyarak meydana getirdiği eserin değeri olmayacaktır…

Uşaklar kırlarda otlatırken ilkbaharda oğlak ve kuzuları, ülkenin küçük yönetimini kurarlar kendilerince… Riyadan, gösterişten şatafattan uzak bir şekilde... Orada üstünlüğün sınırı bilgi ve beceridir. O bülüçler, kendilerine geçim kaynağı olan davarları otlatırken özgürce, onları da ebeveynleri korumaya çalışır ekin tarlasından kaldırmaya çalıştıkları helal rızıklarla... Şehir uşakları bu varoş çocuklarının kullandıkları bazı aksesuarları kullanarak, kendilerinin de yabancı olmadıklarını anlatmaya çalışırlar farkına varmadan, dolaşırken şehrin kaldırımlarında manasızca… Düşünmeye bile gerek duymadan omuzlarında asılı, nerde, neden ve nasıl yapıldığını bilmeden kıldan veya yünden çantalarla…

Sormak lazım, hangi genç kız veya oğlan bilir acaba nostalji olarak taşıdıkları ilk çağlardan kalma çantalarının yapılırken geçirdiği evreleri. Öğrenme zahmetine katlanırlar mı acaba hangi badireler aşılarak elde edildiklerini…

Dün göçebe hayatı yaşanların uşaklar,  bu el emeği ve göz nurlarının değerini iyi bilip analarken belki onlarda bu gün bunu farkında bile değillerdir. Yazları yaylada kışları sahillerde yaşayan koyun ve keçilerin kıl ve yünlerinden gırklık'la (büyük makas) kesilerek toplandıktan sonra kadınların kolçaklardan (çile) eğirtmeçle elde ettikleri ipleri ıstarlarda günlerce dokuyarak ilkel usullerle elde ettikleri kumaşlardır onlar. 

Öğle olunca etrafında toplanılan, akşam olunca, bazen hasta bir oğlağı, bazen de yeni doğmuş bir kuzuyu taşımaya yarayan, içinden övmeç’i saklayan -yağda kızartılmış ve üzerine yumurta kırılmış kuru ekmek kırıntısı- bakire bir sevincin adıdır lökü torbası…

                                                                                                        Yayın Tarihi: 22 Şubat 2013