Karanlığın arasında ince bir ışık göz perdelerimi aralayarak karanlığı nakavt etti. Gözlerim bu ışıltının esiri olurken, bulanık görüntüler belirmeye başladı. Uzunca ağaçlar yapraklarla sarılmış kollarını onu yakalamak ister gibi üzerine sarkıtıyordu. Gökyüzünde kocaman bir alev topu ona doğru ışınları ile saldırıyordu. 

Yanan gözlerini sıkarak sağ tarafına doğru döndü. Karşısına hantal bir kaya dikilmiş orada gailesiz yattığı için ona kızıyormuş gibi kıpırdamadan duruyordu. Çevresini göremediği için rahatsızlık hissetti. 

Uzandığı yerden doğruldu. Etrafına göz gezdirdi. Ayakucunda koskoca bir fanusun içine hapsedilmiş litrelerce su varmış gibi düşündü. Fakat bu bir denizdi.  

Her zaman düşünürdü de bu devasa fanusun içindeki yaşam çok enteresan ve şaşırtıcı gelirdi. İnsanlar denizde yaşamak isteseler, nefes alamazlar… Balıklar karada yaşamak istese hayatlarını kaybederler… Özgürce yaşıyor gibi göründüğümüz şu dünyada hapis hayatı yaşadığımız kanısına varırdı çoğu zaman… 

Neden kuşlar gibi uçamıyorduk? Ya da neden balıklar gibi yüzemiyorduk? Kara parçasına ve yerçekimine yenik düşmüştük. Maviler bizden uzaklardaydı, biz ise onları yakalayacak güce sahip değildik. 

Bir kuş düşüncelerini kanat çırparak kovaladı. “Neredeyim ben?” diye düşündü. 

Olanlar bir atlıkarıncaya binmiş, birbirini kovalıyordu. Nereden hatırlamaya başladığını bilemedi. Aklı karışmıştı. Bir derin nefes aldı. Etrafına tekrar göz attı.

Uzun bir yol gibi uzanan kumların köşesinde parçalanmış, iş görmez duruma gelen teknesini gördü. İri bir kaya ona haddini bildirmişti. 

Balık tutmak için denize açıldığını hatırladı. Su dingin ve uysal… Altındaki dünyayı koruyan, kuluçkaya yatmış bir yaratık gibiydi. Öyle sarıp sarmalamıştı ki sahip olduklarını, kimseye yem etmeyeceği belliydi. Öyle de oldu.

Oltasını suya fırlatıp birkaç balığı ondan çaldıktan sonra uyuyan bu uysal yaratık birden uyanıverdi. İlk hareketleri biraz tehditkârdı. Ama ona kulak asılmadığının farkına vardıktan sonra hırçın ipini koparmış bir canavar olup çıktı.

Öfke nöbeti geçiren haylaz bir çocuk gibi önüne ne çıktıysa oradan oraya fırlattı. Boyunu aşan dalgalar tekneye bir tokat gibi indi. Onu ele geçirip istediği gibi ona itaat etmesini sağladı. Ve ait olduğu yere doğru savurdu. Ona kafa tutan tahtadan yapılmış bölgesine giren bu çelimsizi… 

Sonra kendini kumların üzerinde böyle yatarken buldu. Herkesin birbirinden sahip olduklarını kıskandığı gibi doğa da kendinde olanları başkası ile paylaşmak istemiyordu anlaşılan… 

Şu hayatın ne sorusu, ne de cevabı vardı. İtiraz kabul etmiyor, kendi bildiğine itaat etmemizi bekliyordu. Bundan değil miydi yaz mevsiminde çok cömert gibi görünüp, sonbahar geldiğinde bir yeşil yaprağı bile bizden sakınıp, kısa bir süre sonra da tüm toprakların üzerini beyaz bir örtüyle kaplaması?..

Şu hayatın lamı cimi yok. Bazen hırçın, bazen ise uysal bir çocuk gibi…  Kabul etsen de, etmesen de kuralları ezelden ebede belli olan bir müessese… 

Bu düşünceler eşliğinde hayatın başka bir yönünü daha fark ettiğini hissetti. Hayat işte yardım kabul etmeyen, bilindik bir döngüye sahip olan…