“Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var” sözü, erkelerin yoğurda olan düşkünlüğü için mi yoksa ‘yoğurt yense yense bir civanmert tarafından yenir’ denmek istendiği için mi ortaya atıldı sorusu çoğumuzun aklının ucundan bile geçmez. Zaten ne geçiyor ki aklımızın ucundan, buda geçsin... Mideyle ya da cakayla ilintili şeylerden öte…

Yurtdışına okumak ya da çalışmak için gidenler çok iyi bilirler. Hoş geldin’e gelenlerden nadiren bazıları,” yahu senin gittiğin ülkenin insanları nasıl insanlardır, ne yerler ne içerler, neye sevinir neye gülerler, zevkleri, renkleri, kaygıları, tasaları nelerdir türünden sual sormak ihtiyacını duyarlar. Hele hele bu soruları yeni yetmelerden –otuzlu yaşın altındakilerden-beklemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir. Sorular hepimizin malumu; ne kadar para kazandın, ne yedin ne içtinden öte başkada bir şey değildir. Yani miden benim midemin görmediği bir şeyle müşerref oldu mu? Benim burda kazandığımdan daha fazla para kazandın mı? Lafarasında “yediğin içtiğin senin olsun da gördüklerini bana anlat” sözü de tarih oldu artık…

Tabi ki bu söylemin her söylemde olduğu gibi birde istisnası vardır ki oda, hoş geldin’e gittiğiniz gurbetçiyle olan yakınlığınıza bağlantılıdır. “Hatunlar nasıl, hatun arkadaşın oldu mu, kaçamak yapıyor musun, kaçamak.” Erkek milletinin yabancı memleketlerde en çok dikkatini çeken konuların başında bu konular gelir. Ama soru, öyle her önüne gelenden adres sorar gibi sorulacak cinsten değildir… Bu bağlamda şu soruda akla gelmez mi; yahu bizim hatun milleti de yabancı erkekleri merak etmiyorlar mı acaba? Tabi ki sorunun cevabı imkânsızdır. Merak yaşayan her canlının olmazsa olmazıdır. Her ne kadar gün itibariyle erkekler onlardan dünyaya gelseler de, ilk kadını dünyaya getiren bir erkek değil midir?..

Dosdoğru olduğu sanılan erkek bile, bir ayağı çukurda olsa dahi karşı cinsle ilgi sorulmayacak şeyleri merak ederken, erkeğin ‘eğri’ kemiğinden yaratılan kadının böyle bir merakının olmaması düşünülebilir mi? Elbette hayır. Soru kendini giderek gizemli hale getirirken, o çok kendini beğenmiş erkek milleti hatunların bu meraklarını nasıl giderdiklerini düşünme zahmetine katlanırlar mı dersiniz? Buda bir başka soru aslında. Peki, gurbet deyince akla gelen erkek değil mi, madem öyleyse bu hatunlar bu konudaki meraklarını nasıl ve kimden giderecekler. Ne dersiniz? İçlerinden birisi eşine, erkek kardeşine, sevgilisine, “geldiğin yerdeki erkekler sana göre nasıllar” deme cüretini göstere bilir mi?..

Bir hatun kişinin başka ülkelerin erkeleri hakkında bilgi edinme istemi nasıl karşılanır dersiniz; eş, kardeş, baba veya birinci dereceden akrabalar arasında. Aman kızımız ne kadar da meraklı,  ne kadar da ilme kültüre susamış, kendi ülkesinin insanlarını ve sorunlarını anlamakla yetinmiyor, bak başka ülkenin erkeklerini de merak sardı, helal olsun kadıncağıza, kızcağıza diye methiyeler mi düzerler dersiniz!?..Atasözlerimiz sadece cümle boşluklarını doldurmak için söylenmiş sanırsınız. Şu “kendine iğneyi batır başkasına çuvaldızı” sözü, elinde sürekli çuvaldızla gezenler için mi söylemiştir dersiniz… Sen sorunca meraktan, o sorunca şaşırmışlıktan… Hadi biraz konuyu hatunların safına çekelim. Yakını gurbetten gelmiş bir kadın, erkeleri değil de o ülkenin kadınları hakkında bir şeyler sorabilir mi? Farz edelim ki sordu, gurbetçi yakınında merakını giderecek cevap alabilir mi?

Ne demeli gurbetçi, cinsi latifine, başka ülkenin hemcinslerini anlatırken, çok güzeller, çirkinler, sokakta elini tutsan istediğin yere gelirler… Kendileriyle geceleri birlikte olmak ayrıca bir keyf… Kadın dediğin öyle olur cinsinden laflar mı? Bu sözler onu mutlu bahtiyar eder mi? Bilgilendirir mi?.. Yoksa bir zamanlar ülkenin bazı bölgelerini saran “NATAŞA” yangınına kapılan Karadenizli bir erkeğin arkadaşlarının “koskoca adamsın yakışır mı karını kandırmak” sözüne cevaben vermiş olduğu “oda beni karıyım diye yıllarca kandırmadı mı” cevabı mutlu eder mi dersiniz onları?..

Sahi hatunlarımız bilgisiz ve ilgisiz mi kalacak bu konuda. İçlerinden çok azlarının yabancı ülkelerin erkekleriyle yaptıkları evlilik neticesinde elde ettikleri engin bilgilerin dışında… Ah şu çuvaldız ve iğne… İnsan, merak ve kahır arasındadır. Yaratan öyle yaratmış. Ayakta kalabilecek, başını dayayabilecek güç ve takatin varsa öğrenmek, öğrendiklerinin bir kısmından istifade etmek, istifade edemediklerinden de kahırlanarak uzaklaşmak istersiniz. Yaratıcın insana verdiği birçok hasletin yanında en büyük özelliği de onun “unutkan” olmasında yatmaktadır. –her ne kadar modern tıp bunun adını hastalık olarak addetse de-O, öyle bir sihirli haslet ki; ciğerim dediğinizi ellerinizle toprağa gömdürür sonra da hayata kaldığınız yerden devam ettirir.

İnsanoğlunun teknolojideki ilerlemesi, bazen tüm insanları sevindirse de bazen de lanet okumaktan kendimizi alamıyoruz. Daha dün fotoğraf makinesine şeytan aleti diyen ham sofular bu gün teknolojinin ilerlemesine ayak uyduramadıkları için yeni ürünlere yeni isimler bulmaktan kendilerini vareste tutuyorlar. Çünkü uykunun ve çalışmanın zamanı bir birine karışınca hayatın dengesi bozuluyor. Allah nasıl olsa bir rızık gönderir tevekkülü, sonuç itibarıyla doğru olsa da başlangıç itibarıyla yanlıştır. Zira yaratıcı tarafından gönderilen tek semavi din olan İslam, Âdem aleyhisselamdan son Peygamber’e gelene dek geçirdiği tüm evrelerde sürekli tembelliği yasaklamış, çalışmaya teşvik etmiştir. Bu böyle bilinmeli ki ‘ çalışan demir ışıldar’ vecizesini bulduğu iddiasında edenin, insanlık adına yeni bir şöylem ortaya koymadığı anlaşılsın.

Atalet insandadır. Hem de ilk günden itibaren çalışması emredilmesine rağmen. Nedendir, niçindir soruları da bu bapta araştırması gereken başlıca konulardandır. Malum olduğu üzere ; ‘İnsan’ kelimesi Arapça ‘nisyan’ (Unutkan) kökünden gelmektedir. Bu kelimeye ses bakımından çok yakın olan Arapça ‘kislan’ kelimesi de (tembel) manasına gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki insanoğlu yaratıcının kendisine bahsettiği unutkanlık melekesiyle, tembellik melekesini karıştırmışlar ya da eş değer sanmışlardır. Oysa birisi kış aylarında ısınmamız için ateş, diğeri de temmuz ayında iyice kavrulmamız için içine atıldığımız yangındır- nârdır…

En modern teknolojinin bile kendisini tahlil etmekte henüz yeterli olmadığı mükemmel yaratık insan, kötülüğü düşündüğü zamanının milyonda biri kadarını iyiliği düşünmek için harcasa, hem kendisi rahat edecek hem de tüm yaratıkların hayatının akışı yönünde hareket etmesine mani olmayacaktır. Oysa o, “imtihan için gönderildiği” hikmeti mucibince bazen, çıkmaz sokaklara girmekte dönülmesi güç yollar revan olmaktadır. Yeryüzünde kötülüğün temelinin kazınma ihtimali yaratılış gayemize ters olduğuna göre çaba, iyilikte yarış cabası olmalıdır. İnsanoğlu yeryüzüne başıboş gönderildiği yönündeki yanlış teorisinde bile kendisinin günümüzdeki haline gelene dek nice badirelerden geçtiği ileri sürülmektedir.

Kendini insan diye bilen bu varlık, gayesiz yaratıldığı varsayımını dün kendisinin geçirdiği evrimle ispatlamaya çalışırken, bu gün insani değerlerini ön plana çıkarmaktan kendini alamıyor. Düşman vardır bilirsin. Ne yapacağı endişesiyle siperde bekler, gerekeni yapar, ya yener ya yenilirsin. Oysa asıl tehlike insan suretinde olan, onlara göre henüz evrim aşamalarını tamamlayamamış ucuz varlıklardadır. Bu gerçek İslami literatürde “münafık” kelimesiyle anlatılır. Zikri hâkim de onların derecesi inanmayanlardan daha da aşağıdadır. Bu şaşırmış yaratıklar ne dünün moda terimi evrim teorisine göre kendilerini tamamlayabilmişler, nede semavi dinde gelen insani vasıfların ak ve ya kara denecek kadar berrak renklerinde kendilerine yer edinmişlerdir. Bu yaratıklar hiçbir inanç hassasiyeti olmamasına rağmen kendine insani bir değer katan zümre tarafından dışlandıkları gibi, yaratılışın bir gayesi olduğu yönündeki semavi dinin emirlerine itaat etme yolunda caba harcayan, inanan insanların yanında ve onların doğruluğunda hiç şüphe etmedikleri zikri hâkimlerinde de dışlamışlardır.

Kimileri çağdaşlığı farkına varmadan analarından doğduğu gibi yaşamak olduğu yanılgısında ısrar ederken, bizlere göre çağdaşlık anlayışı: yaratılırken tüm varlıklardan daha üstün bir şekilde yaratıldığını anlamaktan geçmektedir. Bu çağdaşlar, dün insanı diğer canlıların gelişmiş şekli olarak görürken, bu günde sözüm ona ‘neden geliştik sanki’ dercesine o ilk oluşum halindeki hemcinsleriyle irtibatlarını sağlamlaştırma yarışı içinde gözüküyorlar. Şu insan ne muamma bir yaratık ki kendini anlamak için kendine dönmek yerine sınırlı duyu organlarıyla algılayabildiği canlılar arasından kendinin dününe benzeyen hemcins arama eylemi içindedir.

Eskiden ulema denince akla bir şeyler bilen, ayakları yere basan ifadeler kullanan, şaşmışlara yol gösteren varlık anlaşılırken, bu günün anlayışı tam tersine; şaşırtan, ne dediği anlaşılmayan şaşkın insan anlamına geldiği varsayımını anlamamız gerekecek neredeyse. İnsanlığın bu tür çarpık anlayışa duçar olmasının tek sebebi yine de kendisidir. Ya Yanlış ata binip ter istikamete doğru yol almaktan ya da kendini at sanmaktan kaynaklanmaktadır.  Eski tedrisatta insan tarif edilirken (ilmi mantıkta) ‘hayvânun natukun’ (konuşan hayvan) diye nitelendirilir, diğer canlılardan ayrıştırılırdı.

Oysa bu vasıflandırma o zaman olduğu gibide bu günde insanı tarif etmekten uzaktır.  Oysa hiçte öyle sanıldığı gibi sadece insan konuşan hayvandır. Zira tüm canlılar dün olduğu gibi bu günde konuyorlar ama biz onların bu lisanlarından bir şey anlamıyoruz. Peki, bunun modern çağda ispatı nedir derseniz işte size ‘fabl ’sanatı bunun başlıca girişimidir derim. Bu sanat, meraklı insan tarafından bilerek mi yoksa bilmeyerek mi hayvanları konuşturduğu tartışma konusu olsa da İslami inanışa göre tüm yaratıklar yaratılış gayesine paralel olarak konuşur yaratıcısına karşı minnetleri arzederler. Öyle ki göçebe hayatı yaşadığımız bu âlemde aşağıladığımız bazı yaratıklar mesuliyet ve sorumluluklarında o kadar dikkatlidirler ki âlemi baka da sonuz rahat içinde yaşayacaklardır. Onlar sorgu ve sualden muaf tutulacaklardır. İnsanı konuşan hayvan olarak vasıflandıran ulamanın söylemini,  ‘kendileri arasında ne dediklerini anlarlar’ şeklinde yorumlansa, bir Fransız’ın konuştuğunu İngiliz’in anlaması gerekirdi.

Birarada yaşama ve daha dünyaya ilk adım attığı tarihten itibaren isimlendirdikleri eşyanın ne manaya geldiğini öğrenme süreci, insanların aynı dili konuşup anlaşmasına vesile olmuştur. Bir insanın doğuşundan itibaren tek başına başka bir canlıyla uzun süre bir arada kalması ortak bir anlaşma dilini oluşturacaklar elbette.İsrail oğulları yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların önünde giden milletlerden bir millettir. Onun içindir ki yaratıcı bu millete diğer kavimlerden daha çok yol gösteri göndermiştir. Hem de kendilerine insana yaraşır en güzel seslerle hitap edebilen elçiler… Bu gün bile sesinden ‘davudi’ kelimesiyle anılan Hz. Davut, kendilerine yaratıcı tarafından doğru yolu göstermesi için bir peygamber olarak gönderilmiş ve tebliğ vazifesini, kulaklara ve gönüllere hoş olsun diye mükemmel bir sesle yapmıştır. Ondandır ki o ses asırlarca kulaklarda ‘davudi’ namesiyle terennüm edecektir. Öyle ki, o kendisine ve kavmine gönderilen “Zebur’u okurken tüm kâinat onu hayran hayran dinler adeta büyülenirdi.

Davut peygamber sesiyle ruhlara hitap ederken, demirleri elleriyle şekillendirme sanatıyla da yaratıcının kendinde tecelli eden gücünü kavmine gösteriyor, onları hidayete davet ediyordu. Bu ses, öyle bir sesti ki kendinden sonra gelen Süleyman Aleyhisselam’ı o ulemanın konuşmayan hayvanlarının dillerinin tercüman olmasına kadar götürdü. O, hayvanların dilinden anlar, onlarla söyleşirdi. Teknolojinin kulakları çınlasın… Günümüz teknolojisi yarışı, kalleş meydanı aramakla, hem kendi batıl inancalarına ters düşme, hem de başkasının inancına ters düşme uğruna ipi göğüslemeyi hedeflemiştir. Öyle ki; mantığın abilerinden olan “hedefe ulaşmak için her yol mubahtır”ilkesi doğrultusunda kılıç kuşanıp sahaya inmişlerdir. Teknolojinin şeytani yönlerini bir araya getirerek, insanı ipe götürüp ipten indirecek sahneler arzu endam ettirmektedirler.

Rivayet olunur ki; hazreti Süleyman’dan nakledildiği üzere kuşlardan Kırlangıç; “Ne yaparsanız onu bulursunuz, Tavus Kuşu; Cezalandırdığın gibi cezalandırılırsın” şeklinde öterlermiş. Ses çirkinliğinde örnek gösterilen karga ise, o çirkin sesiyle;” Allahu Teâlâ’dan başka her şey helak olacaktır” dermiş. Bu gün ülkeyi bilgileri, inançları doğrultusunda şöyle ya da böyle yönetmeye çalışanlara karşı muhalefette olanlar, ülkeyi yönetiyor olsalardı ve kendilerinin yapmış oldukları düzenlerin en basit ’ide muhalefet tarafından kendilerine karşı yapılmış olsaydı, muhalefete karşı ne derlerdi acaba KUŞCA!?..