Hayat bir imtihandır varmak, ulaşmak için menzile. Yaradılış başıboş değildir. Hiç bir şey anlamsız, manasız ve gayesiz değildir. Yaradılış, hikmetler yumağının adıdır. Hikmetler de imtihan neticesinde ulaşılması hedeflenen gelecek…

Hedefe ulaşmayan ok ıskalamış olsa da hayatını ondan bir şey kaybettirmemiştir. Meltem rüzgârları nasıl karıştırırsa çiçeklerin ıtrını, nasıl haberdar ederse habersize, kendisinin de yanıbaşında olduğunu, kasırgalarda o derece uzaklaştırır, güllerin kokusunu. Yarenlikleri bozar, hesapları altüst eder. Öyle ki, hedefe odaklanan kurşun bile kaybeder pusulasını.

Yaratılmıştan beklenen bir sonuç vardır, bir gaye bir hedef. Bu sonucun sırrına ermek, onu anlamak, onu değiştirmekte yaradılan'ın yegâne hedefi olmalıdır. Sorular zor, İmtihan zor ve çetrefillidir, problemin nerden ve nasıl çözüleceğini bilmeyene. Oysa suyun akşına, tabiatın nakışına bakılınca bir o kadar kolay ve basittir.

Nemrut, kendinden başka bir mabudun olduğu yolunca bir elçinin gelip iddia edeceği haberini duyunca telaşa kapıldı. Emir, ferman salarak dört bir yana, doğacak erkek çocukların bir bir imha edilmesi için, yeraltı hazinelerini elli yılı geçince sahiplendiği söylenen ‘cin’ nöbetçisi gibi göz kulak kesilinmesini söyledi. Oysa hiçbir güç –yaradan dan başka-yaradılış sırrının kaderini değiştirmeye muktedir değildi. O, ya bunu bildiği halde bilmemezlikten geliyor ya da bunu idrak edecek akıl melekelerinin sahip değildi. 

Yaradan, Hz. İbrahim’i ana rahminde çepe çevre sarmıştı. Annesi yapılan hamilelik testinden “hamile değildir” sonucuyla geçmişti. Beşerin teçrübesi ve bilgisi ilmi ezeli ve ebedi karşısında bir kez daha her zaman olduğu gibi aciz kalmıştı. Hz. İbrahim Nemrut’un şerrinden bir mağarada korunacaktı. Yalnızca böceklerin ve vahşi yaratıkların ve bazen de kimsiz ve kimsesizlerin korunduğu bir mağarada. O magaralar ki, ne mücrimler, nice ulular gizlemişti zalimleri şerrinden. Her şeyde olduğu gibi mağara bile en kutsal emaneti saklıyordu yeri gelince. Çünkü her şey, yaratıcınn emrine amadeydi, asi ve ısyanker nankörlerden maada.

Hz. İbrahim, yaratıcının yaratılma sırrını taşıyordu her uzvunda. Bir çelik zırh içinde korumaya alınan elçi. Kurda kuşa yem olma şöyle dursun, onların elinde büyütülüyordu. Yaradan, belki onu vahşi yaratıklara emanet etmemişti ama onlara, sevgilisine zarar vermemsini emretmişti şüphesiz. Mabutla aralarında her zaman olduğu gibi yaratıcının elçisi Cibril-i emin vardı. O, annesinin emzirme nöbetlerini geciktirdiği veya ihmal ettiği anlar göklerden melekler tarafından beslenip avutuluyordu.

Kendisine elçi olarak gönderilen Kaldani kabilesinin sahte mabudu Nemrut, tahtının ve takatının kesileceğini anlamış olcak ki, olacaklardan ve geleceğinden endişe duyuyordu. Ne zamanki tüm tedbirlerine rağmen yeni elçi artık mağara devrini tamamlamış, kul olma yolunda insanları doğruya ve hakka davet etmeye başlamıştı. Yeni elçi, günden güne kabilenin tüm kutsal değerlerini ve onun yalancı ilahının düzenbazlığını su yüzüne çıkarıyordu.

                Hz. İbrahim’in imtihanı, o ana rahminde iken başlamış, sorular ve yanıtları gün be güz zorlaşmıştı. İlk iş kendini kabilenin 1. derece ilahı, tek varlık sebepleri olduğunu iddia eden Nemrut’a ve taptıkları putlara karşı koymaktı. Elçi, zorda olsa elçilik görevini yürütecek, yaradılış sırrına mazhar olmaya çalışacaktı. Böylece insanın yaradılışındaki sırrı anlama ve onun uğrunda naçiz bedenini göz kırpmadan feda edebilme yolunda, atılabilen il adımların serüveni bir kez daha, serpilecek boy gösterecek ve yeşerecekti.

                 O, kendisinin başıboş yaratılmadığının, kendinden daha yüce, yüceler yücesi, ezeli olmayan, doğmayan ve bir başkası tarafından doğurulmayan mutlak mülk sahibinin olduğunu anlamıştı. Onu bulmak ve ona boyun eğmek zorunluluğunu hisseden Hz. İbrahim, varlığın; yegâne Kudret ve kuvvet sahibi olduğuna inanacağı yaratıcıyı arayışına mağaradan çıktığı anda başlamış, uğrunda yok olabilmek bilincini kavramış, bu şevk ve heyecanla yola koyulmuştu…

Önce yıldızların yüceliğine ve parlaklığına bakarak ‘İşte! bu beninim yaratıcım.’  demiş kaybolunca da ‘olamaz!’ beni bir fani yaratamaz diyerek bu buluşundan avdet etmişti. Sonra Ay’a daha sonra da Güneş’e aynı ümit ve hevesle sarılmış, yok oluşlarını görünce de; yok olanın bir başka yok olanı yaratma yetkisin olmadığı şuuruna varmıştı. Ne zaman ki gerçek Yaradan”ını buldu, ona her şeyini feda etti. Çünkü o, yoktan var edendi. Çünkü varoluşunun kendisiydi. Nemrut”un ocağına kaba tabirle çomak sokmuş, acizliğini göstermiş, böbürlenerek gezmesinin boş olduğunu ilan etmişti.  Bu kula isyanın bedeli, onun yakılması ve yok edilmesi için ateşlere atılmasıydı… Çünkü Nemrut, maddeydi. Her maddenin yanabileceği açık ve barizdi. Ona göre bazı maddelerde diğerlerini yakardı. Yanan nesnelerden oluşan ateşin içinde yanmayan bir varlığı düşünmek bile onun için imkânsızdı.

Ve günlerce toplanana odunlardan oluşturulan yangının içine, mancınıkla Hz. İbrahim atılıvermişti.“Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamette ol!” emri, Nemrut”un tüm hesaplarını altüst edeceğinden, Hz. İbrahim ve inanlardan başka hiç kimse tarafından bilinmiyordu.

Hz. İbrahim, eğer muti olsaydı Nemrut’a, başına gelen bunca ceza gelmeyecekti. Kavmin diğer asi kulları gibi, yaradılış sırrından uzak, hayatını devam ettirecekti. Ama o, diğer insanlar gibi yaratılmamıştı hilkatte. Evet, sureten öyleydi ve öyle olması da gerekiyordu. Her insan bir misyon düsturunca onunda düsturu vardı. Fakat yaratan, ona yüklemiş olduğu misyon, gücü ve takatı ölçüsünde benzerlerinden kat kat daha fazla ve daha ağırdı. Misyon, aynı olsaydı imtihan sahnesinin hazırlanması, hakla- batıl terazinin kefelerimde yerini alması gözlenmemiş olacaktı. Hakkın ve haklının ne derce çetrefilli imtihana tabi tutulduğu ve neticede batıla galebe geleceği anlaşılmayacaktı.

Hz. İbrahim, Yaradan’ın emriyle yaşanır bir gül bahçesi olan ateşin içinde Cebrail"le bir haftalık sohbet içinde olduğu. ateş sönünce anlaşılacaktı. Evet, ateş her zaman olduğu gibi “ol” emrine itaat etmiş, alevimi melteme çevirmiş, kıvılcımlarını su tanecikleri haline getirerek, yeşilliklerin ortaya çıkmasını sağlarken, yaşanan cehennemi cennete döndürmüştü. Yaradılış sırrını anlayamayan veya onlara anlama melekesi bahsetmeyen ya da doğruyla eğri savaşının nasıl olduğunu, sonuçta kimin bu savaştan haklı çıktığını göstermek isteyen, yaratıcının imtihan sahnesinin idraki, zayıf insanlar tarafından iyi anlaşılması için düzenlenen bu sahnenin arzı gerekmekteydi. 

Yeryüzünün aciz ama güçlü gözükmeye çalışan dünkü ve bu günkü sahte ilahları, Hz. İbrahim’in bu ateşten boynunu kurtarmasından son derece rahatsız olmuşlardı. Onlar için yenilgi hala yenilgi değildi. Göklerin elçisine karşı saltanatlarının ellerinden gitme korkusuyla saldırmaya dün devam ederken bu günde hala devam ediyorlar. Elçi, bu zorlu imtihandan sonra da davetine devam ediyordu. Yaradan'ın bu apaçık mucizesi karşı kör ve sağır kesilen Nemrut ve havarilerine ikinci perde, küçücük Yaratıklar sivrisineklerdi.  Yaratıcı, onlara sivrisinekleri musallat etti ve ilahlık iddiasında bulunan Nemrut’u ve saltanatını maddede küçük mana da ve görevde yüce, sivrisineklerle yerle bir etti.

Nemrut ve havarilerinin, Hz. İbrahim’e özyurdunu zehir etme ve elçiliğine helal getirme çabaları sürerken, yaradan onu ferahlatmak için başka diyarlara göç etmeye yöneltiyordu. Bu göç, kendilerine elçi olarak gönderilen Kaldani kabilesinin şerlerinden bir süre elçiyi uzaklaştıracak, aynı zamanda yeni yerleşim yerlerinde başka insanların da Allahın elçisinden haberdar olmalarını sağlayacaktı...

Babilden Harana oradan da Şama giden elçi, bu sefer Mısıra ulaşmıştı. Mısır, onun için yeni bir imtihan sahnesi, yeni bir sınavın başlangıcı olacaktı. Orada yaşayan Firavun’un, Hz. İbrahim’in eşinin güzelliğini duyması üzerine, kendisini eşiyle birlikte saraya davet etmiş, ateş sınavından geçen Hz. İbrahim, bu sefer namus sınavına tabi tutulmuştu. İnsanlığın imtihanı bir değildi. Tıpkı yaradılışında, et ve kemikten ibaret olmadığı gibi. Tıpkı bir imtihanı aşmakla artık yolun sonuna varıldı, denilmesinin mümkün olmadığı gibi. 

Hz. İbrahim’in bu sınavı da, Yaradan’ın sonsuz kudret ve azametiyle başarıyla tamamlanmış, üstüne üslük bir cariye ile taçlandırılmıştı. O cariye ki, ondan gelen Hz. İsmail, insanlığın sonsuza dek, Yaradan’a kurban olacağı başını bıçaktan kurtarmıştır. Zira o, babası Hz. İbrahim’in  “Oğlum Allah seni kurban etmemi emretti.” sözüne hayır demiş olsaydı, belki de bu baş kaldırış, insanlığın ilelebet başının kesilmesine vesile olacaktı. Bir başka ifadeyle, Hz. İbrahim in imtihanı burada başarı grafiğini tersyüz edecekti. Bundan da öte, Hz. Âdem in oğlu Kabil gibi, bir peygamber soyundan gelen yeni biriniz peygamber olan babasına, dolayısıyla Yaradan’ına asi gelmesine müsaade olacaktı.

 Hz. İbrahim, Yaradan’ına o derece bağlı, onun emir ve buyruklarına o kadar itaatkârdı ki bu hasletini, normal şartlarda hiçbir insanın yapamayacağı, evlat kurban etme imtihanıyla taçlandırmak istedi. Belki de yaradan, kulu Hz. İbrahim’in nezdinde, kulluğun ne olduğunu anlatmak için onun içine, “Allahım bana bir erkek evlat ver ki onu senin yolunda kurban ediyim.” İlhamını bıraktı. Bu, insanlığız en acı ve en şiddetli imtihanıydı. Allah, Hz. İsmail’in boynunu kesecek bıçağa, “kesme” emrini vermemiş olsaydı, sonsuza dek erkekler Allah yolunda kurban olacaktı…  

Dün, insanın öldürülmesi belki çok basit ve bir o kadar anlamsız olabilirdi. Ama bugün, bunu düşünmek bile içinde insanlık hissi olan her canlıyı ürpertmeye yetiyor ve artıyor. Modern çağda, her türlü insanın öldürülmesi kabul edilir cinsten bir şey sayılmamaya başlamış ise de, semavi dinlerin topyekûn hepsi, bunu en büyük suç addetmiştir. İnsanı, insanın öldürmesinin yasaklanması, gök buyruğunun başladığı günden bu güne devam ederken, beşeri sistemler bu durumu çok geç kavradı ve yasaklama yoluna gitti. 

        Hal böyleyken, hala kurbanın anlam ve önemini anlamamak, anlamamak için direnmeden başka bir şey değildir. Bu durumu bilen ve idrakine eren Hz. İbrahim nesli ve ahir zaman ümmetinin bireyleri, peygambere arkadaşlık şerefiyle şereflenenler, söze başlamadan önce, konunun önem ve ehemmiyetine dikkat çekmek için “anam ve babam sana feda olsun.” derlerdi. İşte! kurban ve kurbanlık. İnsan, aslında azad edilmiş bir kurbandır. İnsan; bıçağa bahsedilen merhametin, kulluğun anlamını kavrayan Hz. İbrahim ve İsmail’in, Yaradan’ın emriyle boynunu vermekten azad olunmuş kurbanıdır…

Ana kurban, canan kurban, can kurban 

Damarlarda nöbet tutan, kan kurban…