Kültürel yozlaşma, yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine yeterince sahip çıkmaması sonucu meydana gelen kültürel bozulmadır.

Gençliğimiz kapı komşusundan habersiz, ama dünyanın öbür ucundaki insanla chat yapıyorsa bu sağlıklı bir durum değildir. 

İkisinin bir arada yapılması elbette arzulanan şeydir.

 Kendisiyle, ailesiyle toplumuyla iç içe ve ilgili, ayakları kendi topraklarına basan, milli değerleri ve milli kültürü özümsemiş ancak dünyayı bilen, dünyadaki gelişmeleri takip eden ve çağdaş değerleri iyi okuyan bir genç... İşte bizim arzuladığımız genç, işte yetişmesini istediğiniz genç! 

Kitle iletişim araçlarının baş döndürücü bir hızla geliştiği dünyamızda, özü korumak şartıyla, değişim, çağdaş dünyayla rekabet etmenin vazgeçilmez şartı olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar, “değişerek gelişmek ve gelişerek devam etmek” ten söz eder ki, son derece haklıdır. Artık XX. asrın başında bazı aydınlarımızın söylediği gibi Batının bilim ve teknolojisini alalım ama kültüründen uzak duralım mantığı geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü bu mümkün değildir. Japonya eninde sonunda kültürel olarak da Batının tesirine açılmak zorunda kaldı. Burada yapılması gereken şey, çok iyi seçmeci, ayıklamacı olmayı başarabilmektir. Bal arısı, bal gibi bir gıdayı üretmekle beraber, zehiri de vardır. Akıllı insan, arıya yaklaşmasını bilen insan, balından yararlanır. Arıya nasıl yaklaşacağını bilmeyenler ise zahirinden nasibini alır.

Dilimiz o kadar fakirleştirildi ki artık insanlar 2-3 yüz kelime ile konuşur hale geldiler. Dili yozlaşan, fakirleşen toplumlar düşünme melekelerini bile kaybederler. Çünkü insanlar kelimelerle düşünür. Bırakalım yüzyıl önce basılmış bir kitabı, 1960'larda 1970'lerde yazılıp basılan kitaplar bu günkü nesiller tarafından kolay kolay anlaşılamıyor. Üretilen zevksiz, kuru, müzikaliteden yoksun kelimeler zamanla yerleşince “Bakınız işte tuttu. Güzel olmasaydı halk tarafından benimsenmezdi” gibi yorumlar yapılıyor. Halbuki sürekli bir empoze sonucu yanlış da olsa bunlara toplumun alıştırıldığı göz ardı ediliyor. Bu durumu çok güzel izah eden bir fıkra vardır:

Şehirden Anadolu'nun ücra bir köyüne gelin gider. Gelin Hanım, köye varınca mayıs kokusundan müthiş rahatsız olur. Her tarafta tezek yığınları vardır. Kayınpederine evlerinin etrafındaki hayvan pisliklerini niye temizlemediklerini, mevcut pis kokuya nasıl dayandıklarını sorar. Kayınpederi der ki:

Kızım biz evimizin etrafındakileri uzaklaştırsak bile 15 metre öteden bu sefer, Mehmet Efendi'nin evinin etrafındakilerin kokusu gelir. Burası köy yeridir. Bundan kurtulmak çok zordur.

Hamarat gelin her şeye rağmen kolları sıvar evlerinin etrafındaki bütün mayısı, tezekleri uzaklaştırır. Bir ay sonra koku namına bir şey kalmaz. Kayınpederine,

Gördünüz mü koku diye bir şey kalmadı, deyince kayınpederi;

Kızım aslında koku aynen devam ediyor ama kokuya senin burnun alıştı, der.

Maalesef toplumumuzun bir çok çirkinliğe ve yanlışlığa tabir yerinde ise empoze ve yoğun telkin sonucu adeta burnu alıştırılıyor.

Bugün bizlerin bence en önemli görevimiz kültürümüzü değerlerimizi korumakla kalmayıp gençlere kültürel beslenmeye, yararlanmaya, iyi ve güzel nerede ve kime ait olursa olsun faydalanmaya açık olalım ama daima kendimiz olarak özümüzle kültürümüzle kalalım düşüncesini benimsetmemiz gerekir.