Görevim, çizmekti benim. En evvelden bugüne değin bambaşka isimlerle anılsam da ve yeteneğime düşmüş olan cazibe ile her türlü amaca hizmet etsem de, ressamdım en nihayetinde.  Çizmek için yaratılmıştı ellerim ve bu kuralı ihlal edecek kadar cüretkâr değildim. Üstelik istesem de edemezdim. Çünkü ben, adı sayısız millette değişse de görevi değişmeyen, harfleri lisana uygun onansa da imlâsı aynı kalan ressam, yalnızca çizerken nefes alabiliyordum. 

Anlatacağım bu hikâyede ressam oluşumu saklarsam eğer yazacak olduğum her satıra haksızlık olurdu. Zira söz başı benim ellerime düşmüştü. Ben çizgilerin nasibi olan yaşanmışlığı sözlerin eline verip haksızlık edemezdim. En evvelden bilinsin istedim. Yazarken ben tüm bu sergüzeşti, bir ressamın imlâsınca okunsun, böyle akılda kalsın emrini verdim. 

Emir vermek hadim değil elbet, ellerime hükmedebildiğimce çizmeyi bırakıp yazmaya kalktım. Niyetim söz götürmez ediplere meydan okumak değilse de artık içimde tutamayacak olduğum hikâyeyi kâğıtlara yazmak ve binlerce kez olduğu gibi bir kez daha kâğıdı kendime sırdaş kılmaktı. Düsturum bundan öteye bir adım bile geçemedi ya, yine de okurken görüyordum, kelimelerimde manadan öteye düşmüş bir renk vardı. İşte o zaman tekrar hatırlıyordum ki, kulağıma okunan ezanla ismim Behram diye konulsa da ismimden önce sıfatım anılıyordu. İsmim unutuluyor da geriye ressamlığım kalıyordu. 

Bahtı, şehirlerin şahı İstanbul’a düşmüş, aslı acem olan köklü bir ailedendim. Ve İstanbul Üniversitesinde müderristim. Zarif bir hüzün düşüyor aklıma hikâyenin benim ile ilgili evvel kısmını anlatırken. Çünkü sadece bu kadarla sınırlı kalıyordu tarihçem. Ve biliyordum ki, kimseye söylemeyecek olduğum sırlarım, kimseye göstermeyecek olduğum gözyaşlarım var oldukça bitmeyecekti bu hikâye. Evvelde olan bir başlangıç noktası vardı da sonu hayat kadar da değil, bir ismin saltanatı gibi uzun olacaktı. 

Yazmaya neden bu kadar geç başlamıştım peki? Neden bu kadar uzun bir fasıladan sonra karar vermiştim anlatmaya. Çizerek anlatmak yetmemişti, sözün gereği mi düşmüştü hikâyeme. 

Apaçık bir itirafla korkumdandı bu gecikmişlik. Yazmak, sahip olduğum meziyetin sınırlarını ihlal ediyordu çünkü. Korkmuştum, beceremem sanmıştım. Oysa yaşanmışlıklardı kalemi elime veren.  Hokkam, mürekkebim, kamışım dün ile bu günüm arasında durmuş bekliyordu. Ve aşikâr ki sabırsızdı sararmaya yüz tutmuş saman kâğıtları. Diyeceğim, yazmadan olmazdı. 

Ama şerh ile bir kez daha söylemem icap ederdi ki, yazar değildim ben. Oysa parmaklarıma verilmiş bir beceri ile çizerek de anlatamazdım üşüdüğüm kışları, yandığım sevdayı. Hangi rengin dile gelmesini bekleyecektim içimde birikmiş, daktilo edilmeyi bekleyen defterleri. 

Değil mi ki, çizgilerin imlâsını bilmezdi herkes. Mesela yeşilin, kış soğuğundan kalma bir gecede sevdiğinin çekip gidişi olduğunu, mavinin sonsuzluk kadar hasretin de rengi olduğunu, denizlerin ve gökyüzünün dünya var oldukça hiç değişmeden sebat edip kıyameti beklediğini. Kahverenginin en çok sabır demek olduğunu, bu yüzden uykusuz geçen gecelerde beyaz fincanlara sinmiş bir leke olarak kaldığını, kolay kolay geçmediğini, sabrın bitmediğini nasıl bilsindi insanlar.  

Yazmanın bunca çaresizliğin içinde kaçacağım en büyük çare olduğunu bildiğimde anlamıştım yazmadan duramayacağımı. Ama ki, yazdığım sayfalarda sonu getirilmiş bir hikâyenin çaresizliği kokuyordu. Diyeceğim o ki, dönüp dolaşıp söz aynı yere geliyordu. 

Çaresizliğin, bir ressamın lügatinde hangi renge karşılık geldiğini ise yıllardır bulamamıştım. Bu yüzden, her şeyi resmetmeye alışmış olan elim, çaresizliği çizerken kanadı kırılmış ve her zaman başka renge çalan bir kumru çiziyordu. Çaresizliğin rengi sürekli değişiyordu. 

Bazen, baharın çığlık attığı kan tarlası gelinciklerde yaprakları dökülmüş ve bir sonraki senenin bereketine ambar olmuş yeşil tohumda, bazen yağmak üzere olup da henüz emir gelmemiş bir bulutun kül rengi grisinde, bazen güneşin batmadan hemen önceki öfkeli kızıllığında saklıydı çaresizlik. 

Ne çok renge düşmüştü yahut ne çok renk çaresizliğe dönüşmüştü benim tuvalimde. Garip ki her şeyi anlatan bir renk bulmuştum da çaresizliğin rengini bir türlü tutturamamıştım yıllarca. 

Sebebi tam da buydu işte yazmamın. Rengini kestiremediğim bir hali yazacaktım. Yazmazsam eğer ömrümce nasıl yarım kaldım ise tamamlanamayacaktım. Dünyanın tamamlanması, geride onca yarım kalmış şeyin olmasına rağmen ölmek ile olurdu. Bu hikâyeyi yazmaz isem ölümüm de yarım olacaktı. 

Yazacaklarımın sonuna yaklaştığımda, yedinci fasılda söyleyecek olsam da, şimdiden muştusunu vermek istiyordum. Çaresizliğin değilse de benim hikâyemin bir rengi vardı. Kirli saman kâğıtlarına hokkamdaki mürekkepten başkası yakışmazdı. Ama anlatmadan henüz, evvelini yazmalıydım. Yazmazsam sonrası da eksik kalırdı. 

Bahtı, şehirlerin şahı İstanbul’a düşmüş, aslı acem olan köklü bir ailedendim. Ve İstanbul Üniversitesinde müderristim. Zarif bir hüzün düşüyor aklıma hikâyenin benim ile ilgili evvel kısmını anlatırken. Çünkü sonram, yarım da olsa içimdeki karanlığa düşmüş bir aşk ile aydınlanıyordu ya, evvelim yalnızca bu tarifte yazan kadardı.