Elime kalemimi alıp iki kelam yazacak oluyorum kirli sayfalara. Heceler saklanıyor, cümleler susuyor, kalem şahitlik etmiyor yazmaya niyet etmiş elime. Oysa kararlıydım, yazacaktım zulmün lügâtçesini. 

Söyleyeceğim var ise de susuyorum. Utanıyorum. Fakat içimde bir yerlerde infilakı kopuyor isyanların. Tek kelime edemesem de apaçık bir serzenişle,  feleğin dönen çarkını yadsıyorum. 

Dünyada ölen çocuklar var! Korkuyorum. 

Benim hesabım kalemimdendi biliyordum. Cümlelerimin şahitliğindeydi ömrüm. Muharrirdim. Yazmaya memur ve mecburdum. Bahtıma düşen buysa da çoğu kez yazmaktan yoruluyordum. Lâkin yorgunluğum yazıyor olmaktan değil, yazdıklarımın vebalce hacimli oluşundandı. İlk kez elim gidenlerin kalanlardan alacaklı; yaşayanların ölenlere verecekli olduğunu yazıyordu. Hiçbir günahı olmadan ölen çocukların soracağı hesaptan korkuyordum. 

Âdem topraktan gelmişti, toprağa gidecekti. Garip ki bu yolculuğun yol başı ile menzili aynı yerdi. Ama ki toprak, doymak için değil emrolunduğu üzere yutuyordu bedenleri. Aldığını geri vermese de, biz vermedikçe almıyordu. Zalim değildi. Oysa ki insan, doymak için öldürüyordu. Niyetim Halik'e isyan değil ama insan halk edilmiş olanların içinde tekti kendi neslini öldürebilen. Üstelik de hiç acımadan. 

Ölüm, sadece o canı verenin alması ile meşru kılınmıştı ya; bütün gayrimeşru hallerini, ihlal edilmez bir kural gibi işleyen yine insan olmuştu. Üstelik gerekçeler hiçbir suret ile o varlığın şanına yakışmıyordu. Değil mi ki âdemin hamuru zulümden çok merhamet ile karılmıştı. Ama en büyük merhametsizlik daha cennet ikametinden adını sildirmemiş, yani ki, henüz meleklikten insanlığa düşmemiş olan çocuklara yapılıyordu. 

Dünyanın çivisinin çıkıp, şirazenin kaydığını, milimlik bir işleyiş ile kurulmuş olan düzenin en evvelden bozulduğunu çoktan biliyordum. Ama bu bilgiçliğimden de utanıyordum. İlk kez alimliğimin vicdanıma zarar vereceğini anlamıştım. Bu yüzden susmuş, tek kişilik bir âdem olarak, kana susamış kalabalığa hükmedemeyeceğimi kabullenmiştim. Fakat bu kabulleniş bana ve ben gibi diğer bütün tek olanlara, tuttuğu taraf için şahitlik edecekti öbür dünyada. Hükümde demiyor muydu zulme susan da o zulmü işleyenin tarafına dahildir diye. 

Göklere bakıyorum kar yağıyor; yere bakıyorum ateş kaynıyor zulüm mahallinde. Oysa bir çocuk bütün dünyanın iklimini değiştirebilecek kadar masumdur. Ve bir kadının ayaklarının altındadır cennet. Bu kıyım ve katliamın bu gözü dönmüşlüğün sebebi bütün dünya nimetleri için değil ise, daha büyük bir aç gözlülükle cennetin bile tamamı içinse neden idi ikisinin de daimlerini öldürmek? Üstelik de zulmederek. 

Bu zalimlik ne içindi? Niyet neyi elde etmek? Dünya mı yetmedi, çocuklar fazla mı gelmişti yeryüzüne? Yoksa annelerden bahçe düşmemiş miydi cennette? Sorduğum sorulardan ölesiye utanırken ama Yaratıcı'nın hakimliğinden hiç şüphem yokken, üstelik kudretinden de korkuyorken, zalimin bu kudrete başkaldırmasına şaşırmıştım. Şaşkınlığım korkumdan da büyüktü bu kez. Ama dünyanın ve cennetin ne denli büyük olduğunu bilen ben, cehennemin de büyük olduğunu ve hesabın günah hükmünce çetin olacağını da okumuştum. Ve tebliğ için değilse de hatırlatmakla mükelleftim. 

Bunca olandan sonra ben yine biliyordum olacakları. Bilmekle de kalmamış tecrübe etmiştim benzer vakalardan. Daha evvelde benim yaşımın yettiği kadar zamanda bile ne çok kıyım, katliam olmuştu. Toprağa zalim de mazlum verilmişti de ikisi de geri gelmemişti. Ama yine devam etmişti sular berrak ve duru akmaya. Gökyüzü puslanmamış, artık temizlenmeyecek gibi olan nefes sanki hiç kirlenmemiş, hayat devam etmişti. Oysa anneler için kıyamet gelmişti daha dünya durmadan. Üstü toprakla bile örtülmeyecek olan, hiçbir vakit eskimeyecek acılar gelip oturmuştu yüreklerine. Bu yürekler de bütün haklılığı ve ayağına cennet serilmiş bir kadının yanlılığı ile alacaklıydı zalimlerden. 

Ölümün suretleri değişmiş, kimi havasızlık, kimi ateş, kimi kurşun olmuş. Kimi toprağa gömülmüş ölmeden, defni daha canlıyken yapılmış. Ama Allah şahit bunların hiçbirinin suçu yok! Hepsi de farkında, bir bebeğe, bir anneye yahut bir babaya ölüm suretinde ne kadar yakışmadığının. Fakat bu dünyanın hükmedicisi olan insanın elinden kurtulamıyor. 

Bahtına ceza ve tutsaklık görevi düşmüş olan ateş bile, mazlum olup insanın tutsağı oluyor. İnsan hükmünün zalimlik minvalinde ölçüsünün bu kadar büyümüş olmasına, salahiyeti verene değil de insanın bu denli hoyratlaşmasına şaşırıyorum. 

Bunca yazmışken, yazacaklarım daha çok idiyse de artık anlattıklarımdan yorulmuşken, biliyorum ne yazarsam yazayım sadece şahit olmuş tarafımla bu acıyı çekenden öteye geçemeyecektim. Ve çaresizliğimle yine kabul edecektim tarafım belli de olsa elimden bir şeyin gelmediğini. 

Habil ile Kabil nasıl var idiyse zalim ile mazlum da olacaktı. Dünyanın şartı buydu. Artık anlıyordum. Fakat zalimin koca insanlar; mazlumun küçücük çocuklar oluşuna hâlâ akıl erdiremiyordum.