Ne hazin bir ayrılış bu, ne belalı bir tufan, yumuşak denilen şey sen dikenli tûttam…

Bir özlem diyarıydı sanki o dağın küskünlüğü, mevsimin solgunluğu, dikenin gül oluşu gibi saçma ve abes. Yarasalar gibi ıssız, baykuşlar gibi yalnız ve yaslıydı dağların oylukları. Rüzgâr bir şeyler arıyordu; arı gibi, zambak gibi. Yaşlar bir şeyler soruyordu; ana gibi Ahbap gibi…

Bulut buluttu dağ, yağmur yağmurdu mevsim. Dertli dertliydi koyun-dertli dertliydi kuzu. Güneş doğmuyordu sanki, ay silinmişti yaşamdan. Yıldızlar, yol gösteren yıldızlarda kaybolmuştu. Kapkaraydı her yer, kapkara. Dünyanın kaderi kararmış, baharın rengi sararmıştı…

Herşey var olan ya da olmaya çalışan karıncasından en büyük mahlûkatına, canlısına kadar küskün ve dargındı. Matemdeydi, hüzündeydi, dertliydi, çileliydi, mustaripti, derbederdi…

Nefes nefes kesilmişti yaşam. Anılar maziyi çarparcasına suratıma bir şeyler haykırıyorlardı ama kulaklar sağır gözler âmaydı. Gönüllerde büklüm büklüm, yükseklerde katmer katmer, damarlarda ukde ukde, şakaklarda lime limeydi o…

Doğuştan duvaklıydı. Yaradan örmüştü saçlarını. Tabiatın paha biçemeyeceği kadar latif ve çekici melekler ekmişti ‘yüzü’, dünyaya bedel gülücükleri. Periler, periler kıskanırdı. Eller, diller, almaya dayanamazlar, anlatmakla, söylemekle dile, destana, türküye hiçbir şeye sığdıramazlardı…

Söyle ne oldu sana? Dünyanın en kıymetli pırlantasına, tabiatın paha biçilmez, canlı ve cansız varlığına göstermeye cesaret edemediğim çiçeğim. Doya doya darılarsın diye bakmadan, kana kana kıvancımsın diye kokmadan, seni elimden, elimden kıskanıp bağrıma takmadan neden duvağını açtın?

Söyle neden salıverdin, dağıtıverdin her şeyini?!.. Benliğini, öz benliğini, o doğal güzelliğini, tabii letafetini ve zarafetini. Rüzgârın dağıtmaktan, yağmurun ıslatmaktan, ellerin dokunmaktan, başların yaslanmaktan can verebileceği ömür saçlarını yad ellere, sarhoş ve nahoş naraların, yamyam beyinlerin içine ellerinle itiverdin…

Dibinde gölgelenmekten, yanında, eteklerinde bir kuş kadar sevinçli ve hür olmaktan dört köşe olan her şeyi tepiverdin… Nurdan damlalar saçan yanaklarına, bitkin ve ölgün, şaşırtıcı saf ve berraklığını maskeleyici ölüm otlarını ekiverdin. Neden ucuza, kıymetsize, sahteye, yapmacık oyunların içine, asrın kör kuyusuna, kaynar kazanına kendini atıverdin?!..

Dudaklarına sevdaların uzanmaktan adeta yarıştıkları, yaşamın iki kapısı kadar tabii ve som uzuvlarına maymun ağını örüverdin? İşte! bir ‘ yas’ temposu doğa. Sana hasret bahar ve mevsim, sana dargın rüzgâr, anılar ve ülküler. Yazmaya anlatmaya varmayan eller ve yürekler… Gittin yad ellerle koklaştın, kaderin yazgısını yakmakla putlaştın…

Doğa doğayken topladı ahvalini. Kırlar, kırılan kalpler gibi dağıttı âmakini. Ocaklar söndü… Seni arıyorum son nefes eski diyarlarda, kanlı gözlerimle bir göreyim, bende yıldızlar gibi sana hasret mi öleyim?!..

Nerdesin? Kiminlesin? A kır çiçeğim…