Bir gün istiyorum. Bana ait, benim istediklerimin, hayallerimin, umutlarımın olduğu sadece yirmi dört saatçik… Kimseye bir pay vermeyeceğim, küçücük bir çocuk kıskançlığı ile sahiplendiğim bir gün...

Fazlasında gözüm yok.

Ama Sindirella’nın başına gelenler gibi; bir anda yok olan bir masal diyarı olsun istemiyorum. Gerçek! Şu yaşamda, benim düşlerimin canlandığı; sabahın seherinden, gecenin zifiri karanlığına kadar benim olan bir günü arıyorum. 

Biliyorum ki; bir yerlerde, bir zamanın kıyısında şu kötü, sahte hayattan gizlenmiş o gün beni beklemekte… Kayıp bir zamanın peşine düşmüş sağa sola savruluyorum işte…

İki tarafımı da bürümüş, hareket eden ağaçlar… Dolunayın gölgesinde bir kurt sesi… Ve onu takip eden baykuşlar… Çalılıkları okşayan rüzgâr, yaprakların korkudan titrediklerini anımsatır gibi hışırtı yaratıyor derin karanlıkta… Her an biri bilinmezliğin içinden dışarı fırlayacakmış gibi… 

İnce ince çiseleyen yağmurun, az buçuk ıslattığı toprak yapışıyor ayakkabılarımın altına… Gecenin karanlığını bir gece lambası edasıyla şimşekler aydınlatıyor. İyiden iyiye hissettiriyor kendini baran… Sanki beni yakalamak için birbiri ile yarışıyor damlalar… 

Ürkek gözlerle etrafı dikkatlice izleyerek, yavaş yavaş ilerliyorum. Bir yandan da her an meydana gelecek bir saldırıda tabana kuvvet koşmak için temkinli adımlarla seyrediyorum. 

Bir an ayağım bir dala takılıyor ve yere kapaklanmadan kendimi topluyorum. “Daha dikkatli, daha dikkatli” diye içimden yineleyerek sessiz bir çığlıkla ilerliyorum. Neden bu tehlikelerle dolu yerden geçmek zorunda olduğum aklıma geliyor. Kayıp gün! 

Bu engellerin ardında bir güzelliğin olduğuna eminim. Her imkânsız gibi görünen şeyin akabinde bir mucizenin olduğu gibi... 

Öyle geçmiyor mu Kelamullah’ta; “Her zorluğun yanında, bir kolaylık vardır” (94/5)

Hayatta böyle işte… Aslında görmek isteyene ne çok işaret var etrafta… En basitinden çizgi filmlerde dahi bazı mesajlar barınıyor. Hani şu küçümsenip, burun kıvırılan çizgi filmler, evet…

İçimdeki kalem çocuk yine göğsü kabara kabara, omuzları dik, kendinden emin, bilmiş bir tavırla kelimeleri dillendirmeye başladı işte. Hayata meydan okurcasına… 

Eee, Bir gün prenses olup, bir baloda güzelliğim ile salınır mıyım bilinmez. Ama hayale de yasak yok ya canım!.. Ben o güne ulaşma umudumdan hiç vazgeçmeyeceğim. 

Bir efsane okumuştum orada şöyle anlatılır; “Efsaneye göre, iyileşmek için Asklepion’a gelen bir hasta, iki yılanın girişteki taş oyuğunun içinden süt içtiğini ve sütü kendi zehirleri ile karıştırıp taşa geri boşalttıklarını görür. İyileşemeyeceği görüşü ile Asklepion’a alınmayan hasta, acı çekmeden ölmek umuduyla oyuktaki süt ve zehir karışımını içer. Ama ölmek yerine, iyileşir. Yılan zehrinin şifa verici yönü böylece ortaya çıkar. Bundan dolayı Antik çağın ünlü hekimi Bargamalı Galen, Asklepion’un sembolünün çifte yılan olmasına karar verir.”

Hayat bembeyaz bir süt… Hayatın içine salınan kötülükler, ihanetler, yalanlar ve haklarda bu süte karıştırılmış bir zehir. Hepimiz sonsuza kadar yaşayamayacağımızı biliyoruz. Bundan dolayı da hayatta; çoğumuz bunu bilinçsizce, akışına uyarak yapıyoruz.Bazılarımız da daha az acı çekmek ve ebediyete hazırlanmak için bu sütü içmek zorunda kalıyoruz.  

Kim kendini hangi kefeye koyar bilmiyorum. Ama mucizelere inanıyorum. Kim bilir, belki o kayıp günü bir vakit gelir ve bulurum. Umut, hayal, mutluluk ve iyi niyetle kalın yazı dostlarım. Selam ve dua ile…