Alıp başımı gidesim var,

Emekli olsam, sakin bir köye yerleşmek istiyorum..

Çiftlik kurmak istiyorum..

Köyüme dönmek istiyorum.

Bir sahil kasabasına bir grup arkadaşla yerleşsek, en büyük hayalim.

Buradan çıkıyım da nere olursa olsun gitmek istiyorum.

Mağara gibi bir yerde kitaplarımı alıp , kitaplara dalmak istiyorum..

İnsanlar bulundukları ortamdan sıkılmış, yaşam şartlarının çarkları arsına sıkışmış bir çıkış noktası arıyor.

Ama yaşamın şartlarına daha doğrusu bize dayatılan yaşamın şartlarına öyle bir kapılmışız ki;

Ne isteklerimizden vaz geçiyoruz, ne de sahip olduğumuz şeylerin hayatımız üzerindeki baskısına dayanabiliyoruz.

İsteklerimiz kapitalizmin dayattığı kamçı ile azdırılıyor, borçlanma mekanizmaları ya da kolaylığı ile satın aldırılıyor  ve borçlanıyoruz.

Şartlar hayalimizin peşinden koşup gitmemizi engelliyor.

Dayatılan yaşamda geri kalma korkusu, daha iyiye sahip olamama endişesi bir şekilde hayallerimizin gerçeklerle buluşmasını engelliyor.

Belki Mandıra filozofu filmi bunun için çok rağbet gördü.

İnsanlar tekrar tekrar izliyor.

Filmi izlerken insanlar, kaybolmuş kendini arıyor. 

Bu filmde  kaybolmuş;  kendimizi nasıl bulacağımızla ilgili,  ip uçları veriyor.

Doğallığa dönmemiz,  doğal hayatla yeniden uyumlu hale gelmememiz, isteklerimizle azan nefsimizle  değil, ihtiyacımıza göre nefsimizi kontrol etmekle kendimizi bulabileceğimizi,  öz eleştiri de yaparak anlatıyor.

Elbette dayatılan isteklerden kaçınmadan, ruhumuzu hapseden şartlardan kurtulamayız.

Gerçekten kaybolmuş yaşamlara çevremizde, hatta kendi yaşamımızda çok sık rastlıyoruz.

Bazen bir çok kente  bakıyorum,  çok kısa mesafelerde hala çok bakir köyler var.
İnsanlar eğer isterlerse oralarda bile mütevazi yaşamlar kurabilir.

Yaşam kurmasa bile zamanının bir kısmını orada geçirebilir.

Çok uygun fiyatlara.

Elbette önce kendimizi samimi bir şekilde karar vereceğiz.
Şartsız şurtsuz.

Kendimizi ,önce kendimizde,  yaşamımızı en yakın yanımızda arayacağız.

Bir de  başka açıdan, kaybolmuş ruhları kullanan sistemin vantuzları açısından bakalım.

Yani emperyalist çarkı kullanan , ondan faydalanan kesimden.

Onlar kaybolmaya devam ediyor.

Sürekli biriktiriyor.

Biriktirirken, kaybolmuş ruhları seçiyor ve kullanıyorlar.

Öyle dikkatliler ki, çarkın içinde basit başarılarla mutlu insan bulmak onlar için hiç de zor değil.

Hatta bazıları o basit başarılara ruhunu seve seve feda ediyor.

Kayıp olmuşluğunun farkında bile değil. Hatta o hayatı gerçek sanıyor.

Tekrar bu çarktan nemalanan kesime dönersek.

Öyle dikkatliler ki; kendilerine katlanmak zorunda olan,  çarkın borçlanma imkanları ile borçlanmış,

Çıkış bulamayan insanları  çalışan olarak seçiyorlar.

Sistemin taşeronu olarak çalışıyorlar.

Tabii burada sadece ihtiyacını karşılayabilen bunun için katlanmak zorunda olan insanları kast etmiyorum.

Çoğu ihtiyacı kadar bile yaşayamıyor.

Belirli bir gelir grubuna sahip, belirli imkanlara sahip insanları kaybolan insan desek daha mantıklı.

Çünkü var olmuş ama kendileri kaybolmuş. Var gibi yaşayanlar.

Tüketerek tükenen toplumun hizmetkarı olan insanlar.

Kişi başı tüketim artışını uygarlık olarak tanımlayan insanlar.

Evet kayboluyoruz. Yaşarken yaşamın içinde.

Bazen yaşadıklarımız bize bizi bulmamızı hatırlatıyor ama tekrar kayboluyoruz.

Mesela  bir parkta kitap okuyarak kendimizde çok şey bulabiliriz.

Mesela şehrin bilmediğimiz bir mahallesinde yürüyerek.

Bazen bir kasabanın kenarında tarlalara karışarak.

Veya bir yolculuk anında arabamızı kenara çekerek ormanın derinliklerine doğru yürüyerek.

Kaybolan insanlar sadece şehirlerde yaşayanlar değil, onlara özenip doğal yaşamın içinde kayıp olanların durumu daha hazin.

Bir orman kasabasında, bir sahil şehrinde, ya da bir dağ kentinde.

Oralarda da insanlar yaşamlarını kaybediyor.

Herkesin hayal kurduğu yerlerde yaşayanlar da kendini kaybediyor.

Onlarda sistemin kölesi olmak için çaba sarf ediyor.

Çünkü çark kendini beğendirmek için her türlü çekiciliğini  gösteriyor.

Biz de onların hayale ettirdikleri ile, hayal edilerek elde edilen gerçeklerimizi terk ederek kayboluyoruz.

Öyle anlar oluyor ki bir demli çayda, bir çınar ağacının gölgesinde olmak için can atan o kadar insan var ki.

Gazetesini okurken, kahvesini içip, meltem serinliğinde uyumak isteyen çok insan var.

Belki sıkıldığı, sıkıştığı bu yaşamdan kaçıp, kaybolmak isteyen kaç insan yok ki.

Bazen kaybolmak çok güzeldir, belki kendimizi o zaman bulabiliriz.

Çünkü biz bize kalmak da lazım.