Fizik ötesi anlatımlar, sırlar, insan aklının kolayca kavrayamayacağı gizemler, hep ilgi odağı ola gelmiştir. Zira insanın yaratılışı başlı başına çözülmesi gereken bir sırdır. Çünkü kat edilin mesafe kat eden tarafından uzak görülse de mesafeyi koyan sonsuz kudret ve kuvvet sabi tarafından bir hiçtir. İnsanoğlu kendi hesaplarına göre yaradılışının üzerinde asırlar geçtiği varsayımı ile avuna dursun, daha başlangıç noktasında olduğu gerçeğini bile kavramış değildir. Kendisine yaratıcısı tarafından onca nimete karşı verilen basit külfeti bile kavrayamamış insan, daha hangi konuda ilerleğinin bilincinde bile erişememiştir.

Ondandır ki, onu varlık olarak arzın kucağına salan yaratıcı başıboş bırakmamış, yol göstericiler, hedef belirleyiciler, geçmişi hatırlatıcılar, yarınına ışık tutucular göndermiştir. Ne yazık ki tüm bu kuşatıcı, kavrayıcı ve uyarıcı ve uygulayıcıların çabalarına rağmen içinde iyiliklerin okyanuslarını barındıran insanoğlu o okyanusun tam ortasında bulunan ayrık otundan gözünü bir türlü alamamıştır. O ayrık otu onun mihenk taşı olmuştur. Oysa o mihenk taşına ulaşmak, okyanusun içinde barınan tüm nimetlerden istifa ederek keyf çatmaktan daha zahmetli ve daha fazla çaba harcamak gerektirmektedir.

Bu eylem, zoru başarma kahramanlığı değil, gafletle, kolayı varken zoru kolay görme körlüğüdür. Bu körlüğü insanın başarı sanarak taçlandırmakta bir başka aymazlıktır. Hani vardır ya masallarda “az gittim uz gittim. Altı ay bir güz gittim. Dönüp baktım ki ardıma bir arpa boyu yol gitmişim.” Diyen. Dünün, ömrünün her saniyesini yaratanın hatırı için yaratılana hizmet etmeyi ibadet sayan ilim adamı kılı kırk yararak olayları; yaşamını devam ettirmekten başka çabası olmayan insanlara, kapasitelerine göre değerlendirerek sunarken, bu günün kitap kaçkınları sokakta bulduğu kâğıt parçasından aşırdığı iki satırlık bilgiyle ahkâm kesmeye kalkışmaktadır.

Cehaleti bilgiçlik sanan günün cahil aydını, okyanusun ortasında gördüğü ayrık otunu hayatın iksiri sanmakta, kendi mundar ölümüne suçsuz günahsız insanları da ortak etmek istemektedir. Bu gerçek, özellikle içinde yaşadığımız toplumda tüm çıplaklığıyla gözler önündedir, görmesini bilene ya da gördüğünü söyleyebilen cüretkâr insanlara. İnsan yaradılışı ve fıtratı gereği ayrı yaşamadansa toplu halde yardımlaşarak yaşamayı kendine şiar edinmiş, zamanla kendi akli melekeleri doğrultusunda içinde yaşadığı toplumda kargaşa çıkmaması için kurallar koyarken bazen de okyanusundan aldığı bir katreyle yaradılışına paralel kurallarla hayatını düzene sokmaya çalışmıştır.

İbret olsun, örnek alınsın diye elçi ve onların aracılığıyla insanlığa ulaştırılan hayat dersleri ne yazık ki yine alınmaması gereken tarafı, sözüm ona bilgece! Keşfettiği zannıyla örnek edinilmiş ve olumlu hayat koşulları olumsuza çevrilmiştir. İnsan hayatının kıyamet saatine kadar devam edebilmesi, yaşamın acıyla tatlı, haklıyla haksız arasında geçecek bir mücadelenin kilometre taşlarıyla örülü olduğunun görülebilmesi için, Âdemoğlu Kabilin, kendilerine biçilen eşe razı olmayarak kardeşi Habil'le evlenmesi gereken eşe sahip olmak için onun canına kıyması, insanlığa çıkar için kardeş kardeşi bile öldürebilir, öğüdünü vermek için değil, mazlum ve mağdur olan insanının gerektiğinde ne kadarda vahşileşeceğine örnek olması için sergilenmiştir.

Dününün mürekkep yalamışları, sözde aydınlık çağda, uzay çağ’ında yaşayan insanlarından önce bu gerçeği kavrayıp anlatmalarına rağmen, onlar hala Laz uşakları gibi martının kuyruğu suya teydiydüteymediydü iddiasıyla cebelleşiyorlar. Oysa bu çıkmazdan ne kendilerine nede başkalarına akla yatkın bir kıssa çıkacaktır.  İnanç sistemini yıpratacağı sanıyla bir şeyler yapabileceği gafletine düşen şaşkınlar, kendilerinin şaşırmışlıklarını anlamadan ömürlerini tüketeceklerdir. Oysa bu değirmenden bu suyla ürün çıkmayacağını kavrasalar, hatta değirmen taşının bu cılız harekete kulak asmayacağını kavrasalar kendilerini kandırdıklarını kavrayacaklardır en azından. İnsan hep iki taraflı ola gelmiştir. Yaratılış itibariyle. Et, kemik, melek, şeytan, hain, sadık vs. onunun başlangıcında da olduğu gibi inananlara göre sonu da ikilem içinde olacaktır. Bu gerçeğin dışına kaçış yoktur. Yaratıcı, onunun banisi, onu ense kökünden kavramış eline pusulasını vermiştir.

İnsanın yolu hep inişli yokuşludur. Kolaya gider yuvarlanır kafanı gözünü patlatırsın, biraz yokuş gibi görünen göz yanılmasına aldırmayarak yokuşa yönelir sonunda sonsuz nimetleri barındıran sonsuz nimetlere kavuşursun. Bu iki yoldan iniş olanını seçerek kendini akıllı sananla onu o yolun daha kolay olduğu telkiniyle uyutan aydınların aşağı da bir yerlerde buluşmaları dramatik bir manzara sergileyeceklerdir. Hatta o kadar anlamlı ve hüzünlüdür ki bu sahne, yarım aklıyla kolaya kaçarak inişe yönelenlerden yuvarlanarak taş başlarında takılı kalanların; kendilerine yol gösterici payesi biçen, bildiği halde bilgisini gizleme bilgisizliğiyle onları doğru yoldan alıkoyan yarım aydınların kendilerin daha aşağılarda daha fazla bir cenderenin içinde kıvranıyor olarak göreceklerdir. Bu manzara suyun ateşi söndürdüğü değil, ateşin suyu yaktığı andır…

Bu ikilemde yaratılış eksenine paralel olarak insanlığa yardımı “görünende görünmeyende” kendine vazife addeden insan yarımıyla; görünüşte yardım eder gibi olsa da gizde başka emelleri olan insan yarımının akıbetinin gözler önüne serileceği o hesap gününün uzak olduğu ya da hayal olduğu gafletiyle avunmak, zaman çarkının dişlerinin hızla ilerlemesine engel olamayacak uzak sanılan yakın birgün gelip kapıları çalacaktır bir bir. O kapıyı çalan nöbetçi herkesin akıbetini görse de söylemeyecek kimi nelerin beklediğini. Ama onu götürürken ikinci hayatına emredildiği üzere götürüşü bile gösterecektir bu yolculuğun nerde sonuçlanacağını…

Bu ahvali şerait altında çığ gibi büyüyen yabancı İnanç kalpazanlığına, sözde inanç elçileri olduklarını ileri sürenlerinde kıyasıya yarışmaları ne elem veri bir hadisedir. Bir dik duruşun bir yükselişin ve şahlanışın merkezi olan ülkemizin içinde özsuyumuz ve öz hamurumuzdan olanlar güya yeni bir şeyler söylemek uğruna gözüken düşmandan daha derin yaralar açtıklarının farkındalar mı acaba… Dünün bilgini kelimenin tam manasıyla neyi nerde ne zaman ve ne şekilde söyleyeceğini bilip tarttıktan sonra yetecek kadarını söyleme izanında olduklarını anlamak bu kadar zor olmasa gerek…

Dün ihlas ve samimiyet uğruna toplumu dejenere edecek bazı söylemlerden uzak duran ‘âlim’ insanların yerini bu gün, üç günlük mürekkep yalamışların alması son derece tehlikeli ve üzüntü vericidir. Doğrusu bu üzüntünün kaynağı doğru yoldan sapmaya vesile olacakları endişesinden değil cahilliklerini anlamama serzenişimizdendir. Başka bir ifadeyle bizden olanların nereye gittiklerini bilmeden aldıkları yol sununda dalalette kalma korkumuzdandır.

Kıraç topraklarda yetişen cılız başaklara acıyışımız sulak topraklarda yetişen dolgun başaklara ulaşamadığımızdan değil, onlarında başak olarak kalmasını istem özlemimizdendir. Değilse ilk insanla başlayan iyi ve kötü insan ikileminin mahşer gününe kadar süreceğinden endişe duyduğumuz anlaşılır ki, bu hususta hiç şek ve şüphemiz yoktur.

Sevinç insanlar içindir, hüzünde. Açlık insanlar içindir, toklukta. İnsan madde ve ruhtur. İnsan; insan ve güruh… Kim iyi yolda bir çığır açarsa hem kendisi hemze kendinden sonra gelenleri selamete erdirecek karşılığında mükâfatını alacaktır…

Ülkemizin son turfanda ‘aydın’ zümresine katılanların son icraatları, tabi;

                -darulharpte her şey mubahtır…

                - İslami yönetimin olmadığı yerlerde serbest gezen hatunlar cariyedir...

                -darulharpte gözünün kestirdiği malları aşırmak caizdir…

                -kadınlar göğüsleri açıkta namaz kılabilirler…

Kurban kesmek o kadar önemli değildir, maksat kan akıtmaksa onun için tavuk kanıda yeterlidir…

Gibi yaygın safsatalara yeni yeni eklemeler yapmaktadırlar. Örneğin üç ayların aslının astarının olmadığı.  Kur’an da Kadir gecesi, Hadiste Beraat gecelerinin dışında ki gecelerin dinde yerinin olmadığı bilgileri…

Sormak lazım; yılbaşı yortusunun, Analar, Babalar, Sevgililer, Cumartesi’ler Pazarlar’ın kutsiyetini nereden aldığını, kaynağının ne olduğunu düşünmezken;  dünya yüzü suyu hürmetine yaratılan’ın doğuş gününü kutlamak için kitapta yer mi aramalıyız?!..

 Açlığı ve terbiyeyi kısaca insanlığı öğreten, içinde semavi kitapların en sonuncusu ve kemale ermiş şekliyle gönderilen geceyi barındıran, Ramazan’ı şerif için ulemanın üç aylar başlığı altında günahtan arınmak için öne sürdüğü, Miraç, Regaip ve kutlu doğum günlerinin kime zararı varda bunların da inanç sistemimizden dua literatürümüzden çıkarılması için caba harcanmaktadır…

 İstersen sen sahte yortuyla avun, sözde uzay çağında yaşayan ‘Aydın’lar hala gazyağına batırılmış fitilin ışığında idare ededursun ilimleriyle, ecdat’ın mukaddes günlerin endamına yakışan günleri ilan etmek adına, fitili zeytinyağına bandırılmış, minarelerden nurdan haleler çizen bir uygarlık meşalesinin adıdır KANDİL…