Yaza susamış bir kışın, bütün hasretleri kıskandırırcasına ağladığı bir ikindi vaktiydi. Gün, akşam olmak ile hala aydınlık kalmak arasında cebelleşiyordu ya, bu can çekişin bir faydasının olmayacağını anladığı saatlerdeydi zahir. Yani ki güneşin hepten kaybolmak üzereyken, dünyada ebedi kalma arzusunu çığlık çığlığa yeryüzüne haykırmak istediği o uğursuz ikindi vakitlerinden biriydi… 

Bu vakitlerde, şehirler şehri İstanbul’un göğsünde kalmış, gizli saklı gecekondu mahallelerinden birinde, sokağın en sonunda kalan ve pencereleri ıssıza çalan bir evin kapısı açıldı hışımla. Kapı korkmuştu, ev de öyle. İkisi aynı anda titremişti. İçeri giren ise, bedeni tüm bu hoyratlığa yakışmayacak olan, zayıf mı zayıf, heybetten yoksun bir güzellikti.

Allah gücü, kudreti, heybeti, azameti erkeğe vermişti. Tüm bunların karşılığında kadına ise güzellik vermişti. O yağmur vakti, sırılsıklam içeri giren biçare ise bu verilmişlikten fazlaca nasipli olmalıydı. 

Hani bir an kalem günah mürekkebine değse ve kelâm da buna müsaade etse, yazan kişi farzımuhal deyip Tanrı’nın tek olmadığını, tanrıçaların olduğunu söylese kâinatta. Sonrasında o kızılca kıyamet yağmurun sebebini illa ki tufandan saklanan bu güzel kadına verirdi. Belli ki kıskanan, güzellik tanrıçaları olacaktı. Haset edilen ve zenginliği keseler dolusu altınla değil bedeni ile ölçülen de yine o kadından başkası olmayacaktı.   

Adı, bu hikâyede zikredilmemişti. Edilmeyecekti de. Bütün hemcinslerinin hasret müsabakasındaki temsil görevi ona verilmiş gibi, ismi “Kadın” olarak kalacaktı. 

Gecekondu mahallesinde kalmış pencereleri ıssıza çalan evine hışımla giren kadın, önce çamura bulanmış ayakkabılarını çıkardı kapının eşiğine. Sırılsıklam olmuş çoraplarını da eline alıp, ıslak ayaklarının zarafetini dokundurdu yerdeki eskimiş ahşaba. 

Buz gibi sofadan yürüyüp odasına girdi. Yorulmuştu. Yatağına külçelerce ağırlığı bırakır gibi oturdu. Seneler var ki, sırı dökülmüş, eski karyola da bu ağırlığı taşımaktan yorulmuştu.

Neden sonra, ıslanmış elbisenin ayazı iliklerine işlemeye başlayınca ellerini düğmelerine götürdü kadın. Hemen oracığa, gecekondu mahallesinin yorgun evinde, eskimiş ahşapla kaplı zemine bıraktı elbisesini. Acele etmeliydi. Yağmur dindi dinecek; beklenen geldi gelecekti. 

Giyindi, mutfağa yürüdü. Parmak uçlarına yükselip dolabın üstündeki bakır cezveye uzandı. Eğildi, raftaki gümüşlükten kahveyi çıkardı. Tarifini milyon kez tekrar ettiği şeyi unutmak istedi o an. Beklediği, gelecek olan yani ki, kahve değil çay severdi. 

Kahveyi seven kadındı. Bakışlarının güzelliği kahveden, kahvenin güzelliği ise telvesindendi. 

Çayın güzelliği demindendi. Beklediğinin güzelliği hasretinden... 

Fakat yine de çay koymadı ocağa. Cezalıydı, gecikmişti. Gelmeyeli onca zaman geçmişti. Çay değil, kahve içsin o kadardı. Kahvenin adı hatırdı. Gelmemesi ise ayıp... Ayıp, nefisten idi; aşk, fıtrattan… Sevmek, âşıktan idi; aşk, yaratandan… 

Ocağın üzerindeki çelik çaydanlığı hızla alıp çekti kenara. Biraz daha beklerse dayanamayıp demleyecekti, biliyordu. Bu yüzdendi, çayların kutu kutu bitmesi lâkin bir avuç kahvenin gümüşlükte yıllanması. 

Suyu doldurdu cezveye, kahveyi de. Ateşi yaktı, cezveyi koydu paklanmak için yaratılmış ilk cezanın üzerine. Çay ile kahvenin vazgeçilmez tadı bundandı ki, ikisi de ateş ile suyun harmanından geçerdi: paklanmanın iki şartından. Sudan ve ateşten…

Kahvesini pişirdi kadın. Bütün günahlarını yaktı elindeki hatırlığın. Bütün günahlarını yıkadı. Fazla geleni taşırdı şekersiz kahvenin. Burası yıkanmamış olmalıydı. Yıkanmayan kısmı muhakkak, aşkın değdiği yerdendi.

 Sararmış fincanı eline alıp sofaya geçti. Aksayan bir sandalye yerleştirdi pencere kenarına. Yağmur dinmemişti ama dineceği gelmişti artık. Sevdiği gelmemiş, geleceği de yok gibiydi. Oysa kadın yine de bekleyecekti. Gelirse eğer çay demleyecekti. 

Kahvesinden bir yudum aldı. Kahve kahve bir bakış düştü aklına. Onca zaman sonra yüreğinde bıraktığı hatırından utandı. Bir yudum daha aldı. Fincanın içindeki zengin siyahlığın kokusu ona uzunca boylu bir esmerliği hatırlatmıştı. Bir yudum daha almadan fincandan çıkan dumanı kokladı. Kokusunu da hatırlamıştı. Biraz öfke, biraz aşk biraz da hasret gibi kokuyordu. Kahve kokusu, ne çok şey anlatıyordu. 

Fincanın dibinde kalmış telveden süzülen son ıslaklığı yutarken kadın, bütün hatırladıklarından utanmıştı. Fincanı pencerenin eşiğine koyarken fark etmişti. Yağmur dindi dinecek, beklediği geldi gelecek gibiydi.