Dönüp tekrar baktım ardıma… Bahçesi yeşilliklerle bezenmiş, çeşit çeşit nimetlerle donatılmış dallarla dolu, boy aşırı ağaçlara… Gidiyorum! 

Dönüp tekrar öptüm yüreklerinden… “Bana küs müsünüz?” sorusu müsaade almadan çıkıverdi ağzımdan… Suçluymuş gibi yanaklarım al al oldu. Toprak anaya döndüm yüzümü, utancımı gizlemek istercesine… Bir fısıltı; “hiç küsülür mü gönlüme uğur getirene?..” dedi. Sahi nedendir bana uğur denmesi?..

Başımı kaldırdım, arşa kadar uzanan yaprakları görmek için semada… Gözbebeklerimin hemen altında küçük göletler oluşmuştu. Bir katre daha dâhil olsa; dolup taşacak, yerine sığmayacaktı. “Peki, neden Allah’a emanet etmediniz kelamla da olsa yüreğimi?” Bir sitemle, bir kırgınlıkla; suya susamış, oluk oluk yarılan dudaklarım arasından dökülüverdi kelimeler… 

Neden tekrar sağ salim dönmem için, esenlikle gitmem için çeşmeden doldurulan bir maşrapa suyu ardım sıra dökmek için yeltenmemişlerdi?..Bir pınar olup akan gözyaşlarımın diyeti olarak, hak etmemiş miydim bu kadarını? Sustu. Sustum.

Ne yapmıştım şu dünyada?..Sorarlarsa ne cevap verecektim. Çekip gitmek hakkı olanların haddiydi. Hadsizlik etmiş miydim Hakk’a?..Yalnızdım. Yalnızlığımla ödeyecektim çekip gitmenin bedelini… 

Gözlerimi çok uzaklardaki dağlara kilitlenmiş buldum. “Siz heybetinizle tüm dünyaya nam salmış dağlar, ne farkımız var? Yalnızsınız, yalnızım! Kimle niyet etmiştik bir sohbetin sıcaklığına sarılıp, gönül mabedinde demlenmeyi?” Kimseyle… Ondan önce yalnızlık yakalamış yakamızdan hadsizce…

Uğur demişlerdi adıma… El üstünde tutmuş, dilekler dilemişlerdi. Yapayalnız, elden ele dolaşan benden medet ummuşlardı.Kendine hayrı olmayanın, başkasına uğurumu olurmuş?

Ateş gibi kırmızı kanatlarımın üzerinde, kor gibi siyah benekler olmasından; cayır cayır yandığımı anlamamışlardı. Ben ki uzak diyarların yolucusu… Ama bugün ne olmuştu? Çelimsiz ayaklarım işte şuracıkta mıhlanıp kalmıştı. O düşünceden, bu düşünceye gitmekten başka bir şey yapamıyordum. 

Bir göl vardı bizim oralarda… Usul usulkımıldardı suyu… En çok o halini severdim. Yazı, kışı birdi. Sadakati anlatırdı. İçinde yaşayan birkaç suçiçeği vardı. Sabrı onlar öğretmişti bana, dik durabilmeyi… Toprağın boyuna gelmiş o suyun içinde boğulmadan kalabilmeyi… 

Zordu yaşamak. Kime sorsan aynı cevabı verirdi şüphesiz. Küçücük börtü böcekten, şu görkemli koca dağlara kadar… Kime kolay gelmişti ki imtihan; Âdem ve Havva’dan itibaren? 

Zordu. Çetrefilli olduğu için mükâfatlı idi. 

Çekip gitmeliydi şu vakitten sonra… Kalp kırmamıştı, gönüller incitmemişti. Heybesinde saklayacağı en güzel şeyler buydu. Fakat o kadar da günahsız değildi. Hatasız abdal var mıydı ki?.. Yoktu elbet. 

Sormalı şu toprağa onu çiğnediği için canı yanmış mı? Sormalı şu havaya istemsizce onu içine çekse bile o yâr olmak istemiş miydi onun kalbine?..

Kime, ne sormaya yüzü vardı ki? Kabahati büyüktü. Gitmeliydi. Gitmenin doğru olup olmadığından bihaber olsa da… Belki de toprak ananın kollarına sığınmalıydı… Ondan yaratılmamış mıydık? Bir parçasıydık birbirimizin…

Gitmeliydi, bütün kal diyen düşüncelere rağmen… Ama gidememişti!Çünkü toprak ana kucaklamıştı onu… Oracıkta kalakalmıştı.