İmece toplumumuzun ilk zamanlarından beri, önce akraba dayanışması ile başlayıp iş yükünün artması ile daha da kurumsallaşarak, paylaşarak iş yükünü azaltma, sırayla yardımlaşma şeklinde gelişen yazılı bir kaynağa dayanmayan dayanışma şekli.

1071 Malazgirt Zaferi ile Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen deneyimlerin de etkisi ile; toplum modernleştikçe, işler daha karmaşıklaştıkça işlerin daha uzmanlaşması, meslekleşmesi sonucu imece varlığını bir meslek dayanışması şekline bürünmüş.

Toplumun kendi gereksinimlerini fark ederek oluşturdukları dayanışma modeli olmuş.

Meslekleşmeler arttıkça ve işler karmaşıklaştıkça, üyeler çoğaldıkça ortaya çıkan meslek kastları dinimizin de topluma kazandırdığı marifetlerle Ahilik adı altında; daha ilkeli,ahlaka bürünmüş yapılarla toplumsal dayanışmanın  itici gücü ortaya çıkmış.

Bu gelişmeler sosyal ve ekonomik yapıda baş gösteren ihtiyaçların doğru tespiti, doğru okunması ile kendiliğinden toplumun, kendisini güncelleme biçimi haline gelmiş.

Böylelikle toplum insan kaynaklarını hem öğretime hem de eğitime tabii tutarak daha kaliteli, daha medeni bir toplumun da temelleri atılmış.

Özellikle Ahiliğin en önemli olduğu yıllar Ahi Evran  hazretlerinin yaşadığı yıllar ve devamında, bu yapılanma biçimi yüzlerce yıla dayanacak eserler vermiş, yüzlerce yıl etkisi olan ve hala etkisi devam eden bilim insanları da yetiştirmiş. Adeta tarihe ve mekana silinmez imzalar atılmış.

İmece ve Ahilik sistemi günümüze kadar gelse de önemini kaybetmiş/kaybetmektedir. Belki de en çok ihtiyaç olduğu zamanları yaşarken. Belki de güncellenerek zamanın gereklerine göre yorumlanarak   hiç olmazsa o zamanların samimiyetinden feyz alarak yeniden kurumsallaştırılmalı.

Toplumun bu imece ve meslek dayanışmasından kazandığı deneyim, fetihlerle olgunlaşan ordulaşma mekanizmasının da katkısı, devletin yönetim yapısının oluşmaya başlaması, Anadolu insanının da organizasyona bakış açısının olgunlaşmasında rol almıştır.

Ta ki gerileyen ve Abulhamit ile yeniden var olmaya çalışan imparatorluğumuz yeniden yapılanmasına kadar.

Gerçi daha evvel toplumun İnsan kaynaklarının yetişmesi, devletin insan ayağının kurulması için 1845-1900 yılları arasında harbiye, mülkiye , tıbbiye, hukuk mühendislik gibi fakülteler kurulmuştur.

Fakat medreseler gelişerek ve güncellenerek gelmediği için bu kurumlar kurulurken Avrupa’daki eğitim sistemleri örnek alınmış.

Osmanlı’nın son yıllarında kültürel yapımıza giren taklit ve kopyacılık belki de Kuvay-i Milliyeye kadar artarak devam etmiştir.

Niye Kuvayi Milliye?

Mondoros Mütarekesi ile  ordu terhis edilmiş,Anadolu işgal edilmiş ve Anadolu insanı kendi kurtuluş ihtiyacının bir gereği olarak kendiliğinden örgütlenmiştir.

Bu da dikkat edilirse Anadolu insanın ihtiyacından doğmuştur. Bir yere bakıp da kopya bir hareket değildir.

Köy enstitüleri de toplumun  büyük bir kesiminin köy ve köylü olduğu bir dönemde köy öğretmen okulları ile  köylünün gelişmesi amacı ile kurulmuştur.1937 köy öğretmen okulları olarak kurulmuş 1940’ta kanunla düzenlenmiştir.  

Kendi  ihtiyacımızı doğru teşhis edip doğru analiz edip Atatürk tarafından üretilen öğretim kurumları. 

Bu da hiçbir yerden kopya edilmemiştir. Toplumun ihtiyacından doğmuştur.Kalkınma o zamanın durumuna göre köyden başlar anlayışı ile. Elbette şehirlerimizde de benzer oluşumlar vardı.

Köy enstitüleri  Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığından alınmasına kadar(1946) gelişmesini devam ettirmiş. Sonra 1954 kapanışla sonuçlanan, sonun başlangıcı başlamıştır.

İmecenin kurumsallaşmış şekli kooperatifçiliği komünist sistem diye halkın güzünde aşağıladık.

Belki de günümüzde özellikle de kırsal kesimdeki bütün problemlerimizi çözebileceğimiz kurumsal bir organizasyon Kooperatifçilik.

Neden 99 yıldır gerçekten milli egemenliğimizi yani tam bağımsızlığımızı sağlayamıyoruz?

Biraz da bunu olayları çözüş şekline bakarak çözümlemeliyiz.

Öncelikle kendi ihtiyaçlarımızı doğru analiz edip ona göre çözümler ürettiğimiz her zaman kalıcı işler yapmışız.

Kopya yaparak kendimizi büyüttüğümüz bütün zamanlarda hep takipte kalmışız.

Kendimizi bulmadan kendimiz olmadan hiçbir zaman gerçek egemenliğimize kavuşamayacağız.

Onun için taklitçi zihniyetimizle mücadele etmemiz gerekiyor.

Toplumsal istişare, toplumsal münazara, toplumsal  dayanışmayı kullanan, hedefleyen her adımın içinde en önde yer almalıyız.

İçimizdeki güncellenmemiş tarihin derinliklerinde olan özelliklerimizi yani köklerimizdeki sinir uçlarımızla günümüz arasındaki tıkanıklıklarımızı gidermeliyiz.

Başkalarının icat ettiği ideoloji, mezhep, fikir,teknoloji  hepsini kendi kültürümüzün imbiğinden geçirerek damıtarak kullanmalıyız. En önemlisi de kendi düşünce yapılarımızı güncellemeden hiçbir gelişme yapamayız.

Bugün başkalarının ürünlerini taklit ederek, çalarak parasal büyüklüklere ulaşan holdinglerimizin hala stratejik bir marka üretememeleri, global sermayenin  ortaklığı karşısında her şeyini satmaya kalkmaları hep bu taklit veya ithal ikameci düşünce yapımızın eseri değil mi?

Milli egemenliğimizi sağlayacaksak o zaman kendi özümüzden çıkacak fikir ve projelerin evrensel seviyede değer bulmasını sağlamalıyız.

Bu da ancak kendimiz olarak var olabilirsek olabilir.