Masûniyet birbirini sıyanet edenlerin elde edebilecekleri bir şeydir. Birbirini dünyanın şerrinden, dünyanın bizzat dünya olmakla sahip olduğu denaetinden korumak için yardımlaşan insanlar arasında doğar sıyanet. Bu sıyanet ise korunmuş, saklanmış, el sürülemez, karışılamaz, dokunulamaz, ilişilemez bir imtiyazlı saha doğurur.

Kârhanede ise esas olan kazançtır. Dünyevî açıdan avantajlı olmak; hazlara yakın, ıstıraplara uzak bir hayatı tutturabilmek için azamî kârlı kazançların peşine düşülmüştür. İnsanın namusunun emtia olarak alınıp satılması aşağılık hale getirir kârhaneyi.

İslâmî bir hayatı özlemek yerine, dünyadaki mevcut işleyişi bir veri kabul ederek bu düzenek içinde avantajlı bir mevkii tutmaya çalışmak sadece bugünün tercihi değil elbet. Ancak Batı Medeniyeti'nin Globalizm şekline bürünerek küre-i arzın tamamında başka bir hayat imkânının ümit bile edilemeyeceği bir tahakküm kurması ise bugüne ait bir mesele.

Bir batakhane ve bu batakhaneye entegre olmuş, tefecilerin, gangsterlerin, paralı askerlerin kurmuş olduğu kokuşmuş bir ilişkiler yumağına benzetebileceğimiz batı medeniyetinin işleyişi bugün bütün dünyayı bu hayata eklemlenmeğe mecbur ediyor. İnsan hakları, demokrasi, serbest piyasa adlı üçlü şer çetesi vasıtasıyla safha safha, ülke ülke bütün dünyayı kendine bağlamış ve entegre hale getirmiştir. Bütün insanlar birer (fahiş ve) fahişe olarak alınıp satılmıyor belki. Ancak halka halka merkezden çevreye doğru bir suiistimal, istismar, haksız kazanç ilişkisi silsile halinde bütün insanları sarmış durumda. İnsanlar hükmen zâni değil belki, ancak hikmeten zinadan daha ağır bir cürmün failleri. Zira bize, faizin yetmiş iki kapısı olduğunu ve bunların günah olma bakımından en hafifinin kişinin kendi öz annesi ile zina etmesi gibi olduğunu Rasulullah söylüyor.

Evet, faiz, zinadan daha şiddetli bir illet. Ve faize bulaşmamış hiçbir faaliyet yapılamıyor şu an Türkiye'de. Artık her şeyin parayla ölçülüp biçildiği, para karşılığında alınamayacak hiçbir şeyin kalmadığı ülkeleri birer kârhaneye benzetmek onlara haksızlık etmek değildir. Küresel finans sistemine entegre olmamış ülke mi kaldı? Bankacılık/sigortacılık faaliyetinin hayatın her safhasını işgal etmediği ülke mi var?

Bugün toplumlar insanî açıdan sefalete sürüklenmeyi “demokratik ölçütler”e göre “yükselme” sayıyor. İnsanlar dünya finans sisteminin derece derece birer ajanı, birer müşterisi ve çığırtkanı olarak vazife görüyor. Herkes bir başkasının alın terini, emeğini, mesaisini, ümidini çalarak, çalınmasına aracılık ederek kazanç temin edebiliyor. “Homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) esasıyla hareket eden batılı zihin işleyişi bütün dünyada birbirini silsile halinde sömüren iyi giyimli vampirler üretti. Kârhanede insanın sadece eti alınıp satılıyor belki. Faiz düzeninde ise insanların eti, kemiği, kanı, iliği... sömürülüyor. Bir genelevde iğfal edilen kişi sayısı mahdut iken finans sisteminin kuşatması altında milyarlarca insan zincirleme bir münasebet halinde birbirlerine ihanet ederek, birbirlerinin kanını/ emeğini/alın terini satarak ayakta durabiliyor. Bu ticaretten alınan hisse merkeze yaklaştıkça büyüyor.

Daha çok kazandıkça daha çok acıktıran/susatan bir gıda bu. Cehenneme hazırlık belki! Devletlerin artık birer ülkesi yok. Bütün dünya tek bir işleyişe mahkûm. Yurttaşlar o ülkede faaliyet gösteren, yerli veya globalin şubesi bankacıklara bağlılar. Yerel banka işletmeleri aldıkları imkânı daha büyük bir bankaya naklediyor. Herkesin bir üstüne bağlı olarak faaliyet sürdürdüğü nazara alındığında devletler, merkezî batakhanenin birer şubesi gibi görünüyor. Merkeze pompalanan kanın daha fazla, seri akması ve bu akışın teminat altına alınması için çıkıyor kanunlar, uluslararası standartlar, uluslararası antlaşmalar, evrensel ilkeler... Bunun için değişiyor anayasalar. Özelleştirme, insan ve sermaye hareketlerinin serbestiyeti, global rekabet şartları, verimlilik ölçümlemeleri gibi laflar, istatistikler, standartlar hep bu akış için.

“Global İletişim Ağı”na alınan her insan aslında damarı açılmış ve dünya finans sisteminin şişesine kan damlatmaya başlamış bir emtia haline geliyor. 2G, 3G, 4G dedikleri şeyin rakamı arttıkça kan akışının da hızı ve oranı artıyor. Birer insan olmaktan çıkıyor; müşteri, tüketici, kullanıcı, satıcı, (fahiş ve) fahişe olmaya başlıyorlar. Verilen eğitim iyi birer kan verici olmaları için. İnsanlara sunulan çözüm reçeteleri, büyük birer kârhaneye dönüşmüş ülkelerin bu pis vasıflarının izale edilerek aslî vasıflarına dönmesi yönünde değil. Yaptırılan siyaset, kârhanenin işleyişinin daha verimli hale getirilmesini “sen mi temin edeceksin, ben mi temin edeceğim” kavgası. Mesela “memleketimiz eskisi gibi değil, yollar daha geniş, evlerimiz daha modern, herkesin cep telefonu var, her ailenin birer otomobili olmaya başladı...” diye övünen bir âciz aslında batakhanede bulunmaktan dolayı şikâyeti olmadığını söylemiş oluyor. Onun bütün derdi içinde yaşadığı batakhanenin daha büyük, daha gelişmiş, daha kalkınmış, daha modern olması. Adalet dedikleri de patronun batakhanenin odaları arasında ayrımcılık yapmaması. “Gayr-i safi millî hasıla” dedikleri de dünya sistemine (merkezî batakhaneye) bağlı şube batakhanelerin (devletlerin) yıllık cirosudur herhalde. “İstanbul'u dünya finans merkezi yapacağız!” diye kasılarak, şişinerek vaatte bulunanlar aslında ne demek istiyorlar? “İnsanlar için öyle bir devir gelecek ki o zaman riba (faiz) yemeyen kalmayacak. Doğrudan yemeyene buharı/tozu bulaşacak.” hadis-i şerifi masum olduğumuza delil olarak sunulabilinir mi?

Bu pisliğin dışına çıkamazmışız. Temizliği ümit etmek, beklemek saflık/ salaklıkmış. “Bizim bir ülkemiz olmalı, o ülke gâvurların her türlü tasallutundan masun olmalı!” diyemezmişiz. Bunlar boş hayallermiş. Gerçekçi/ reel politik olmalıymışız. “Kazan, kazan” prensibi cari imiş. “Almayı-vermeyi” bilecekmişiz. “Tüccar siyasetçi” tipine itibar edilmeliymiş artık. Aksi takdirde büyüyemezmişiz. Batakhanemiz küçük kalırmış. Ortadoğu'nun büyük batakhanesini kurarsak o zaman bölünme lâfları da havada kalırmış. Çünkü çalışanları zengin olan bir batakhaneden kimse ayrılmak istemezmiş. Bakın, ABD örneğinde olduğu gibi farklı milletlerden farklı dillerden birçok insan bir arada nasıl tutuluyormuş? Refah ile. Demek ki bizim ülkemiz de müreffeh ve kalkınmış bir ülke olursa kimse bu ülkeyi bölmek ve parçalamak isteyenlerin hesabına çalışmazmış...

Faizin, bankaların, kredinin, kredi kartının, sigortanın, borsanın, kumarın, bononun, tahvilatın, taksitin olmadığı bir hayatın/ülkenin özlemini duymayanların canlı oldukları kabul edilebilir mi? Böyle bir ülkenin var olabileceğini ümit etmeyene, böyle bir ümidi yaşatmaya çalışana da düşman kesilene Müslüman denilebilir mi? Rasulullah'ın “Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır!” müjdesine kulak asmadan Müslüman kalabilir miyiz? Şeytan, -artık milyarlarla ifade edilen- insan taifesinden olan avanesine cennetin imkânsız ve çok uzakta olduğunu fısıldıyor. “Cennet vatan” deyip, uğruna her şeyimizi verebileceğimiz bir “Türk İli” kuramazmışız. Gerçekçi olmalıymışız; gâvurların köpeği olmadan özgürlüğe kavuşmamız mümkün değilmiş. Küfre (evrensel değerlere, uluslararası topluma, uluslararası standartlara...) bir sınır çekilemezmiş. Şehitlerin kanlarıyla çizilen sınırlar sun'iymiş. Hudut namus değilmiş. Namus ancak kendisini terk ederek yükselebileceğimiz bir yükmüş. Bu şekilde hatta aya bile çıkabilirmişiz...

Droit de seigneur, jus primae noctis, prime nocte gibi adları olan, Türkçeye “ilk gece hakkı” (the right of the first night) diye tercüme edilen bir melanet yaşanmıştı orta çağ denilen zamanlarda Avrupa'da. Bu âdete göre evlenecek bir kız ilk gecesini derebeyiyle (senyör) geçiriyordu. İlk gece onun hakkıydı. Her şeyi; evi, tarlası, karısı derebeyinindi. Gâvurlar bunun dışında bir hayatı hayal dahi edemiyorlardı. Ta ki, haçlı seferleriyle, Müslüman hayatını tanıyıncaya kadar. Haçlı seferiyle “Türk”ü gördüler. “İl mi yaman, bey mi yaman görürüz!” diyenleri tanıdılar. Evine, iline, memleketine namahrem sokmayan “Türkler”i tanıdılar. Ağızları açık kaldı. Kendilerinin “ne” olduğunu, karşılarında “insan”ı görünce anladılar.

Yaşadığı onca devrime, sosyal, siyasî dönüşüme rağmen bugünün batılısı o gün -800 sene önce- Anadolu'nun köyünde, dağında, çarşısında, şehrinde gördüğü ve kıskançlık duyarak baktığı o Türk'ün hayatının yanına bile yaklaşamadı. Kıskançlıkla, yok etme güdüsüyle, canavarca hareket etti. Türkiyemiz ise tamamen tasfiye edilemedi. Bütün dünyanın globalizasyonunu 800 sene geciktiren o birbirini sıyanet eden Türklerin açtıkları masun nefes alma sahasının izleri tamamen örtülemedi. Bütün dünyayı haraca kesen, kanını emen, iliğini sömüren, her çırpınışı ticarileştirip emtialaştıran bu gâvur düzenine diş geçiremediği bir masûniyet sahasıyla yeniden bir cevap verildiği zaman göreceğiz neler olacağını.

Gâvurun çanına tıkanacak otun hangi dağda yetiştiği biliniyor çünkü. 

Mustafa Deveci, 28 Şevval 1436

(Bu yazı Çelimli Çalım'ın 13.Sayısında da neşredilmiştir.)