İlk insan ile beraber yönetenler ve yönetilenler hep var olmuşlardır.

Önceleri doğal yaşamın içerisinde güçlü olan yaşam kuralı gereği, güçlüler, kendi varlığını savunanlar, gücünü korumak ve artırmak isteyenler bir takım kurallar ve sınırlar koyarak etki alanları oluşturmuşlar. Aynı zamanda korunma alanları da oluşturmuşlar.

İktidar olan gücün etkisine karşı gizli açık tepkiler de oluşmuş doğal olarak. Çünkü birinin faydalarının artması diğerinin zararını doğurmuş.

İnsan her zaman güçlü olduğu zamanlarda iktidar olmuş,  zayıf olduğu zamanlarda muhalefet.

Tabi ki; bugünkü manada bir ülkenin iktidarı ve muhalefeti olmaktan çok yaşamda varlık ve yokluk mücadelesi.

Aslında bu varlık ve yokluk mücadelesi, etki alanını kuvvetlendirme, gücünün sürekliliğini sağlama gayreti bugün de aynı şekilde var. Ancak bu mücadele evrensel ilkelerin arkasına gizlenmiş durumda.

Modern dünyanın güçleri evrensel hukuk, evrensel haklar gibi ilkelerle dünya yüzeyinde yaşamı kurumsallaştırmışlar, buna uygun organizasyonlar da kurmuşlar.

İlk olarak siyaset ve yönetim mekanizmasının ayağını oluşturmuşlar. 
İkinci olarak ülke ayakları oluşturulmuş.  Ülke ayağı da Millet, muhalefet ve iktidar olmak üzere üç ayaklı bir saç ayağı olarak tasarlanmış.

Modern, uygar yaşamda ülkeler; anayasalar, kanunlar ve yönetmelikler ile bunların yapıcıları arasındaki etki ve denge alanları ile ülke yönetimleri oluşmuş.

İmparatorluklar zamanında güçlü aileler, dinler,  sultanlar, krallar, kullanılırken uygar dünyada bu gücü tayin eden, yetkiyi veren ana güç millet ya da ulus olmuş.

Buraya kadar çok güzel.

İnsanlar uzunca bir zaman adaletli bir Birleşmiş Milletlere inanmış, Güvenlik Konseyini referans kabul etmiş, Lahey Adalet Divanına vicdanını teslim etmiş, Dünya Bankası denen bir para babamız, İMF denen bir veznemiz ile uygar dünya denen ulaşılması gereken bir hedef belirlenmiş. Artık tek yapmaları gereken bu adil ve serbest işleyen düzende refaha ulaşmak için çok çalışmak, tüketmek ve üretmek olmuş.

Bu arada feodal düzenden modern zamanlara bir takım simgelerle insanları kategorize de etmişler, sağ sol, dindar, kapitalist, sosyalist gibi insanları küresel hareketin etkisiz bir parçası haline getirilmiş.
Ama içinde ülkelerin kendi bekaları, istiklalleri, istikballeri ulusal kodları yavaş yavaş  sözüm ona bu evrensel düzen içinde erimeye başlamış.

Öyle bir hale gelmişiz ki homo sapiens (İnsan)  tam bir homo  ekomomikus yani her şeyi ekonomik açıdan düşünen insan haline gelmişiz.  Yani küresel ekonomiye çalışan, katkı yaptığı sürece insan olan bunun dışında insan olma vasfını neredeyse kaybetmiş bir varlık. Topluma yük.

Öyle bir hale gelmişiz ki adalet, ekonomi, kültür, siyaset, yönetim, sosyal yaşam, fikirler inançlar için tek referans noktası yeni dünya düzeni ve onun koyduğu kurallar olmuş. Hatta tek dünya devletine çok yaklaşmışız.

Bu arada millet demokrasi denen tercih ve yönetim belirleme sistemi ile görevini tam yapmaya başlamış.  Gerçek adaleti iktidara getirecek gerekli alt yapı sağlanmadan demokrasi, kutsal bir mekanizma haline getirilmiş.

İktidar ve muhalefet diye değişik karakterde iki elbise oluşmuş.  Bu demokrasi tarihimiz boyunca bu elbiseleri değişik düşünce, inanç ve fayda grupları bu elbiseyi giyip çıkarmış. Millet seçmiş iktidar olmuş, millet uyanıncaya kadar yönetmiş, millet uyanınca iktidarı değiştirmiş.

İktidar elbisesini giyenler;

  • Öncelikle gücünü sağlamlaştırmak ve sürekli kılmak için mücadele etmiş.
  • Rakip olabilecek muhalefeti itibarsızlaştırmış.
  • Mümkün olduğunca içine kapanmış,
  • Kanunları adaleti tesis etmek için değil kendi gücünü ve faydasını sağlamak için yapmış
  • İktidar olmanın tevazu mevkiine ulaşmak yerine, kibrine sarılmış.
  • Gücünü korumak için riyayı, nifakı kendine araç olarak seçmiş.
  • Toplumun refahını çözecek projeler yerine iktidarını şirin gösterecek ekonomik tercihleri daha çok sevmiş.
  • Milleti kırdırma pahasına muhalefet ile ortak payda üretmekten kaçınmış.
  • Dünyada ülkemizin konumunu güçlendirmek yerine ülke içinde kendini güçlü gösterecek yatırımlara yönelmiş.
  • Milletin ve devletin gelişmesi için kaliteli insan kaynaklarına gerekli yatırımı yapmamış.
  • Küresel güçlerle iş birliği yaparken kendi iktidarını koruma güdüsü ile hareket ettiği için devlet ve millet zararına işbirliklerine girmiş. Ama bunu millet faydasına imiş gibi pazarlamayı da marifet saymış.

Ya muhalefet elbiseni giyenlerin karakteri;

  • Öncelikle amaçları iktidarı yıpratmak olmuş.
  • Doğru denetleme, milletle paylaşma, dayanışma yerine iktidarı zayıflatma gayesini ön plana alarak her şeye karşı çıkmışlar.
  • İktidarla ortak paydalar oluşturup milli menfaatleri yüceltme yerine daha çok toplumu iktidardan soğutmak, onun gözünde iktidarı kötü gösterme gayretini gütmüşler.
  • Tek amaçlar iktidarı çalışamaz hale getirmek olmuş. Bunun için milletin istiklali ve istikbali için gerekli girişimleri bile baltalama yoluna gitmişler.
  • Küresel dünyanın adaletsiz kurallarını referans olarak alıp, sözde özgürlükler, adalet ve hakları savunma adına ülkesini riske atmaktan çekinmemişler.
  • Gerektiğinde ülkeyi başsız bırakacak kadar iddialaşmaktan çekinmemişler.
  • Devleti ve demokrasiyi askerlere, bürokrasiye teslim edecek kadar basiretsizleşmiş.
  • İktidarı yıkmak için her türlü dış ve iç işbirliklerini kullanmayı oyunun kuralı olarak görmüşler.

Elbette hem iktidarlar hem de muhalefet için birçok basiretsizlikler söz konusu, ancak muhalefette olanlar iktidara gelince eleştirdikleri bütün karakteristik özellikleri kendileri uyguladıkları gibi;

İktidar da olanlar da muhalefete geldiklerinde muhalefetin yanlış diye gördükleri bütün tavırlarını sergilemekten çekinmemişler.

Millet de taraftarlık hastalığı ile hem iktidar hem de muhalefeti körü körüne desteklemiş. Kendi bindiği dalı kesmekten vazgeçmemiştir.

Bu arada yüzer gezer dediğimiz aklı selim ile kendi faydasını düşünen kesim iktidarı değiştirmiş. Faydacı kesim milli geliri paylaşırken, aklı selim hep dışarıda kalmıştır.

Olan refaha eremeyen uluslar ve milletlere olmuş.

Adalet, hak ve insanlık yerlerde sürünür hale gelmiş. Millet yönetimin figüranı olmuştur.
Uluslararası kuralları koyan devletlerin halkı semirmiş, uygar gözükmüş;  diğer ülkeler hem kültür, hem servet, doğal kaynaklar, refah olarak kaybetmişlerdir.