Yeryüzüne misafir olmaya başlayan cemreler iyiden iyiye varlığını hissettirmeye başlamıştı. Bir elinde kitap, diğer elinde ise bir kahve ile balkona çıkmaya karar vermişti. Mart’ın başları olmasına rağmen hava ilkbaharın ortalarını anımsatıyordu.

Biraz kitabın sayfalarını karıştırdıktan sonra onu balkon korkuluklarının arasına kısa süreliğine hapsetti. Ve iki eli ile sarmaladığı bardağından bir, iki yudum aldı. Hafif bir rüzgâr başörtüsünü okşadı. Ve gözlerinin önünden gelip geçenleri seyretmeye başladı. 

Birbirini kovalar gibi peş peşe ilerleyen otomobiller sanki pazardan mal kaçırır gibiydiler. Birkaç kadın yol ortasında iki lafın belini kırıyordu. Birkaç erkek çocuğunun topa sert tekmelerle vurduğu duyuluyordu…

Herkes alışılagelmiş bir hayatın eteklerinde yaşıyordu. Normal olmayan bir şey yoktu. İnsanlar doğuyor, çocuk oluyor, gençliğe adımlarını atıyor, evleniyor ve bir de bakıyor ki hayatın keşmekeşine kendini kaptıran bir yetişkin oluveriyor bir anda… 

Hayat, bize ne yapmamız gerektiğini öğrettiyse biz de yaşamımızı sürdürmek için onu yapıyoruz. Geri kalan meziyetler ise tozlu raflara kalkıyor. Hayatı tam anlamı ile idrak etmeden; “geldik, gidiyoruz” mantığı ile yaşanıyor. 

İnsanlar zemzem suyu gibi… Yeni doğan farklı bir bireyi hayata başlar başlamaz hemen kendilerine benzetiyorlar. Zemzem suyunun da içine dışarıdan farklı sıvı bir madde döküldüğünde onun moleküllerini kendi moleküllerine çevirdiği gibi… 

Düşüncelerinden sıyrılmaya çalışarak, tutsak olan kitabı hapsolduğu yerden kurtarıp rastgele bir sayfada göz gezdirmeye başladı. Sanki yazar düşüncelerini okumuş gibiydi. Şaşkınlıkla şu satırları hızlıca gözleri ile ziyaret etti; “Abartmıyorum. Çünkü bir özellik çoğunluğa mal olmuşsa, o artık bir hata değil, gelenektir. Kimse gafletinden şikâyetçi değil bu yüzden. 

Oysa Efendimiz (s.a.) “Rabbim, ilmimi artır!” diye dua ediyordu. Bizse öyle bir yerdeyiz ki ilim talep etmeye ne hâlimiz var, ne de mecâlimiz. 

Yine de ümitsizliğe kapılmamalı, sadece şöyle dua etmeli: Rabbim hayretimizi artır!” (Dücane Cündioğlu-Göz İzi, syf. 20)

Tüm bedenini kaplayan şaşkınlığından silkinip kendine gelmeye çalıştı. Sanki bu cümleler düşüncelerinin devamını yansıtıyordu. Bu durumu üzerinden attıktan sonra ise tekrar düşünce diyarına doğru yolculuk yapmaya başladı. 

Evet, kimse ilim, irfan öğrenmek için çabalamıyordu. Okullar okunuyordu, diplomalara bir yenileri daha ekleniyordu. Ama bunun amacının ne olduğu sorulduğunda ise; meslekte daha üst rütbelere çıkıp maaşı ikiye katlamaya yönelik cevaplar alınıyordu. 

Sağdan soldan gelen rüzgâr esintilerinin tokalaştığı kahve dumanına aldırış etmeden bardağı eline alıp birkaç yudum daha aldı. Yoldan geçen bir kedi, gözüne çarptı. Şöyle bir düşündü de; hiçbir yer altında yaşayan fare, ormanların kralı olan aslanın makamına göz dikmiyordu. Kral olan aslan bile karnını doyuracak kadar yemek yiyor, tokken aç gözlülük etmiyor, sebepsiz yere hiçbir hayvanın canına kastetmiyordu. 

Bu doyumsuzluk sadece insanlara has bir şeydi sanırım. Nefis denilen, insanın kendi benliği içine hapsolmuş tüm iyi meziyetler… İyi insanlar, masal kitaplarının arasına gizlenmiş. Orada bile rahat bırakmayan kötülerden kaçmakta… 

Nereden geldiğini bilmediği bir patırtı ile irkildi. Düşünceleri gibi, bedenide akşamın ayazı ile üşümeye başlamıştı. Balkondan içeriye girdiğinde, düşünce kapısını da kapatmıştı. Oysa daha düşünülmesi gereken onlarca şey vardı. Vesselam.