Kanaatimce Türk edebiyatında ölümü en güzel ve en insani biçimde anlatan şair olan Ziya Osman Saba; 

“Bir yaprak dökümüdür dört yandan.

  Bir dostun, seninle ağlamış gülmüş,

  Bir sabah gazeteyi açarsın ki:

  Ölmüş!” diyor bir şiirinde.

Böyledir. Ölenin size olan yakınlığına, yaşadığınız çevrenin büyüklüğüne ve tabii ki modernleşmişlik düzeyine göre kimini bizzat şahit olarak, kimini eşten dosttan, kimini bir cami hoparlöründen, kimini ise basından duyarsınız ölümlerin. 

 

Ne ki, ateş düştüğü yeri yakar. Kimi Yahya Kemal gibi

“Kalbim zaman zaman bu haberlerle burkulu;  

  Zihnim düşünceden dağınık, gözlerim dolu” derken kimi de umursamıyor bile kimilerinin ölümünü:   

   

“Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü,  

  Lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü.”

***

 

Umursamazlar olsa da ölüm dünyanın en değişmez hakikati. Yaşayan her canlı eninde sonunda bu katı ve soğuk hakikatle yüz yüze geliyor. Bu nedenledir ki insanoğlunun gerek birey gerekse bir canlı türü olarak bütün serüveninin, farkında olsa da olmasa da, gizlese de açıklasa da ölümün üstesinden gelebilmek, en azından onun acılarını hafifletebilmek için yaptığı girişimlerle dolu olduğu hemen göze çarpar. 

 

Sezai Karakoç'un 

“Bütün şiirlerde söylediğim sensin

  Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin

  Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkis'in

  Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen bellisin” dizelerine bir de bu perspektiften bakmaya ne dersiniz?

 

***

Cahit Külebi, ölümün soğuk yüzünü pek de etkili biçimde anlattığı Ölümlü İnsanlar İçin'deki dizelerinde 

“Gözleriniz yok artık!
  Dünyamızı göremeyeceksiniz!
  Okşamak, gülmek, konuşmak
  Yok olmuş bir selde yüzeceksiniz,

  Yavaş yavaş çürüyeceksiniz” diyor.

Gerçekten de ölüm bir çürüme, bir yok oluş mudur?  

 

Yahya Kemal Beyatlı'nın Rindlerin Akşamı şiirinde dediği gibi  

“Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

  Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

  Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece” midir acaba?

 

Yoksa başka bir varlık, başka bir yaşam düzeyine yeniden doğuş mudur?

 

***

Bugün kullandığımız anlamdaki bilgiyle cevaplarını bilmediğimiz sorular bunlar. Ama inançlarımız var. 

 

Bu inançlardır ki Sezai Karakoç'a “Uzatma dünya sürgünümü benim” dedirtebilmektedir.

 

Bu inançlardır ki Ziya Osman Saba'ya ölümü ağırlıklardan kurtulma, gözleri bir başka dünyaya açma ve önce gidenlerle buluşma zamanı gibi algılatır:

“Bir yükü atmış gibi sırtımda bir hafiflik,
  Oraya geçmek için aşacağım bir eşik.
  Başım bir defa olsun dönmeyecek geriye.
  Bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak.
  Onları bulacağım! Ve annem şaşıracak:
 'Görmeyeli ne kadar büyümüş oğlum' diye.”

 

Çok şükür inançlarımız var.

 

***

Tıp fakültelerinin birinci ve ikinci sınıflarında insan bedeninin bilimi olan anatomi dersi okutulur. Teşrih salonlarına girmek, kadavrayla karşılaşmak öğrencilerin hem merak hem de korku ile bekledikleri bir olaydır. Bu heyecanlı olayın gerçekleştiği mekânda hemen hemen herkesin dikkatini çeken Latince bir yazı dikkat çeker: “Hic mortu vivas docent.” Türkçesi 

“Burada ölüler dirilere öğretiyor” demek olan bu cümle sadece teşrih salonları için değil bütün dünya için geçerlidir. 

 

Dünya, gerçekten de ölülerin dirilere öğrettiği kocaman bir dershane gibidir. Tabii ki ders alanlar için!

 

***

Yunus Emre'miz

“Bu dünyada bir nesneye 

  Yanar içim göynür özüm

  Yiğit iken ölenlere
  Gök ekini biçmiş gibi”
diyor. Ben de ölüm temalı bu yazıyı Salı akşamı elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz öğrencilerimiz Süleyman İşkal ve Çağdaş Kahveci için içim yanık, özüm göynük bir halde yazıyorum. Yiğitlerimize Allah'tan rahmet, kederli ailelerine sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Tedavileri süren Muhittin Kılıç'a ve Fethullah Akbaba'ya acil şifalar diliyorum.

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)