Bu gün sizler güncel olaylardan bahsetmeyeceğim. Tarihten bir yaprak çevireceğim ve 104 yıl geri götüreceğim.

104 yıl öncesi, Balkan Yarımadasının kan ve barutla iç içe yaşadığı dönem. Birçok soydaşımızın katledildiği, birçoğunun da yerinden yurdundan edilerek göçmen durumuna düştüğü, pek çok acılarla hudut beldelerine ulaşabildiği ve en güvenli yer olarak Edirne'ye ulaşabildikleri için kendilerini bahtiyar zanneden bu insanlar, kendilerini bekleyen çile ve sıkıntıların geçmişe rahmet okutacağından habersizdiler.

8-9 Ekim 1912'de Balkan Milletleri birleşerek Osmanlı Devletine savaş ilan ettiler. Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar, Karadağlılar sınırları geçerek Türk topraklarına saldırdılar. Hâlbuki bu devletler daha düne kadar Türk devletinin beslemesi idiler. Sürekli aralarında arazi sürtüşmeleri, din ve mezhep kavgaları eksik olmazdı. Balkan milletlerini bir araya çağırarak onları müşterek bir noktada topladı, bir araya getirdi ve tam bağımsızlık için birlikte hareket etmeye yöneltti. İngiltere, Fransa ve Rusya devletlerinin kışkırtmalarıyla kendilerinin varlık sebebi olan efendilerine saldırdılar.

Birbirleriyle sürekli savaşan topluluklar ortak bir hedefte birleşirken Türk Devleti ne yapıyordu?

 Onların kalay anlaşmasını sağlamak için kiliseler meselesini çözüme kavuşturuyordu. Devlet, 3 Temmuz 1910'da çıkardığı bir kanunla ihtilaflı kilise ve mekteplerin nüfusa oranla aidiyet tespit edilecekti. Böylece yıllardır birbiriyle mücadele içinde olan milletler nüfus yoğunluğuna göre kilse ve mekteplerine kavuştular.( s.534)

1910 Eylülünde İtalyanlarla başlayan Trablusgarp savaşı tüm dehşetiyle devam ederken, Akdeniz Adalarının İngilizler tarafından abluka altına alınmış olduklarını bizim devlet adamları batıdaki gelişmelerden habersiz gaflet içinde bulunuyorlardı. Sofya Elçiliğinden Hariciye Nazırlığına getirilen Asım Bey,15 Temmuz 1912'de Mecliste yaptığı konuşmada “Balkanlardan imanı kadar emin olduğunu, burada Osmanlı Devletine karşı bir ittifakın kurulamayacağını” söylüyordu. Bu düşünceler içinde bulunan hükümet Sırbistan'ın Avrupa'dan satın aldığı silahların Selanik Limanından Belgrad'a sevkine izin vermiştir.

Askerler ve subaylar arasında emir komuta zinciri bozulmuş, ast rütbeliler üstünü dinlemiyor, kıdem bakımından daha alt seviyede olan bir subay komutanın atlayarak direk harbiye Nazırından emir alabiliyor, onun talimatına göre hareket edebiliyordu. 

Yine subaylar arsında “alaylı-mektepli” çatışması vardı. Mektepliler ocaktan yetişme subayları cahil görüyor, onları alaya alıyor ve küçümsüyorlardı. Alaylılar da mekteplileri cahil ve tecrübesiz görüyor, verilen emri yerine getirmiyorlar, getirseler de bu işi gecikmeli olarak yapıyorlardı. (Eraslan, Cezmi, Doç. Dr., “Bir Dev'in Çöküsü: Osmanlı İmparatorluğu'nun Sonu”, Türkiye Cumhuriyeti Tarih, C:I,s.60)

Şark Cephesi Komutanı Abdullah Paşa, 4.defa gelen emirle ancak ordusunu yürütebildi. Bulgarlar Sofya'dan hareketle en az 120 km yol yürüdüler, onlar yorulmadılar, bizim birliklerimiz 25-30 km yol yürüdüler, yoruldular. O da savaş arabaları ve kağnılar çamurlara battı, askerin yiyeceği kağnılarda yüklü kaldı ve cephedeki asker aç, susuz ve silahsız olarak savaşmak zorunda kaldı. Abdullah Paşa Hatıratında, askerin durumunun çok kötü olduğunu, bu orduya savaşmakla yenilginin kaçınılmaz olduğunu, astın üstün emirlerini dinlemediğini dile getirmiştir.

 

I.Balkan Savaşı

22 Temmuz 1912'de Gazi Ahmet Muhtar Paşanın kurduğu kabinede dış işleri bakanımız bir Ermeni idi.  Hükümet, isyanı el atından destekleyen Rusya'nın savaş olmayacağı konusunda Hariciye Nazırı Noradungiyan Efendi'ye verdiği teminata güvenerek Rumeli'deki 120 tabur eğitimli askerini terhis etti. Balkanlarda savaş patlak verdiği zaman memleketine ulaşamayan neferler sınırdan döndürüldüler, İstanbul'la ve Anadolu'ya gelenler geri gönderildiler. Her neferin sınıfları farklı olduğu halde birlikler oluşturuldu. Bunlar hiçbir eğitime tabi tutulmadan cepheye sürüldüler. Böyle derme çatma bir orduyla Balkan Savaşlarında bozguna uğradılar.

3 Ekim 1912'de Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ hükümetleri Babıali'ye ortak bir nota vererek Türk hükümetinin üç gün içinde eski Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk ve Girit'e muhtariyet verilmesini istediler. Sürenin bitiminde isteklerini tekrarlayarak üç gün daha mühlet verdiler; eğer isteklerini kabul etmezse silah zoruyla kabul ettireceklerini söylediler.

Nihayet Karadağ'ın 8 Ekim 1912'de Osmanlı Devletine savaş ilan etmesiyle Balkan Savaşlarının birinci devresi başlamış oldu. Diğer üç devlet de 13 Ekim'de tekrar nota vererek Rumeli'nin milliyet esasına göre muhtar idarelere ayrılmasını istediler. Osmanlı Devleti bu notalara cevap vermediği gibi sınırlara tecavüz etmiş bulunan Sırbistan ve Bulgaristan elçilerinin pasaportlarını ellerine verdiler ve sınır dışı ettiler. Ertesi gün iki devlet de Osmanlı devletine savaş ilan etti. Arkasında Yunanistan'da Osmanlı devletine bir nota vererek savaşa dâhil oldu.

Balkan Savaşı doğu ve batı olmak üzere iki cephede cereyan etti. Doğu cephesinde Abdullah Paşa kumandasında Bulgarlarla batı cephesinde ise Rıza Paşa kumandasında Osmanlı ordusu bütün müttefiklerle savaştı. Ayrıca denizden de Yunan donanmasıyla harp edildi.

 Osmanlı Şark Ordusu savaş başlar başlamaz hemen Filibe'ye hücum ederek Bulgarları arkadan çevirdiyse de yapılan savaşı kaybederek Kırkkilise (Kırklareli)ye kadar çekildi. 22-23 Ekim 1912'de Kırklareli'ndeki savaşı da kaybeden Osmanlı ordusu Lüleburgaz'a cephe oluşturmuştur.  28 Ekimde yapılan savaşta ikinci defa bozguna uğrayan Osmanlı ordusu Çatalca'ya kadar geriledi. Çatalca'da durdurulan Bulgarlar Edirne'yi çepeçevre kuşatmış oldu. Kırklareli, Tekirdağ, Pınarhisar ve Lüleburgaz Bulgarların işgaline uğradı. Bulgarlar her girdikleri köyü ateşe verdi, kadınları ve çocukları, yaşlıları katletti, ,yiyecek ve erzakı yağmaladılar.( .(Halaçoğlu, Ahmet, Yrd. Doç, “Balkan savaşları”,Türkler Ansiklopedisi, C:13,s.535 v.d)Abdullah Paşa hatıratında, ateşe verilen Türk köylerinin dumanı göğü kapladığını, kesilen kadın ve çocuk seslerinin bulunduğu mevkiden duyulduğunu, geri çekilen askerlerle birlikte kaçmayı başarabilen bir kısım halkın aç sefil, yollarda perişan olduğunu, pek çoğunun hayatını kaybettiğini yazmaktadır.

Edirne'nin muhasarası ve düşman ordusunun Çatalca'ya kadar ilerlemesi Türklerin batı ordusuyla irtibatını kesti. İstanbul'dan onlara hiçbir yardım ve destek gönderilemedi. Garp ordusu 23-24 Ekim'de Kumanova'da Sırplara yenildiği gibi Selanik Muhafızı Tahsin Paşa'da tek silah atmadan 35 000 kişilik ordusu ile şehri Yunalılara teslim etti. Bu başarısızlıktan dolayı 29 Ekim'de Gazi Ahmet Paşa Hükümeti istifa ederek Kamil Paşa kabinesi işbaşına geldi. Kamil Paşa Hükümeti büyük devletlerden ateşkes için arabuluculuk etmelerini istedi.  Görüşmeler devam ederken İttihat ve Terakki Partisi Babıali Baskının gerçekleştirerek hükümeti ele geçirdi. 

Edirne'yi Şükrü Paşa savunuyordu. Açlığa, hastalıklara ve tüm yokluklara rağmen şehri kahramanca savundu. Bulgar askerlerine yiyecek ve içecek, silah taşıyan ren vagonları gözlerinin önünden gelip geçerken Türk askerleri açlıktan kırılıyordu. Çünkü 3 Aralık 1912'de yapılan Ateşkes Anlaşmasına göre Bulgarlara her türlü yardımın yapılmasına, iaşe ikmaline izin veriliyor, Türklere ise yasak ediliyordu.(Ayanoğlu, Yıldırım, Balkanların Makus Talihi: Göç,s.54)

Londra Konferansından taraflar anlaşamayınca 3 Şubat 1913'te savaş yeniden başladı. Yunanlılar 6 Mart'ta Yanya'yı, Bulgarlar da 26 Mart'ta Edirne'yi ele geçirdiler. Neticede 30 Mayıs 1913'te Balkan Devletleriyle anlaşmaya varıldı ve Midye Enez hattının batısında kalan toprakla Bulgarlara terk edildi.(Halaçoğlu, Ahmet, Yrd. Doç, “Balkan savaşları”,Türkler Ansiklopedisi, C:13,s.539)

II. Balkan Savaşı

Balkan milletleri kendi aralarında anlaşamayınca savaş tekrar başladı. Bulgarların diğer Balkan milletleriyle savaş halinde olmasını fırsat bilen Osmanlı devleti karşı bir saldırıya geçerek Edirne'yi geri aldı. 29 Eylül'de Bulgarlarla İstanbul anlaşması imzalandı.  Edirne, Kırklareli, Meriç'in batısında kalan Dimetoka Osmanlı devletinde kalacak, Meriç nehri Türk Bulgar sınırı olarak kabul edildi. Anlaşmayla birlikte Bulgaristan'da kalan Türkler Bulgarlarla eşit haklara sahip olabilecekler, Hıristiyan komşuları gibi sivil ve siyasi haklara sahip olabileceklerdi. Her türlü din ve mezhep eşitliği sağlıyor, okullar açabilecek ve Türkçe eğitim yapabilecekler, mal-mülk edinme, can güvenliği teminat altına alıyordu. Ancak Bulgarlar anlaşma metinlerine sadık kalmadılar. Türk halkına baskı yaparak din değiştirmeye, Türk kimliğini yok sayıp Bulgarlaştırmaya başladılar ve Türkçe okuyup yazmayı yasak ettiler. Bu yasaklar, baskılar ve yıldırma politikası yakın zamanımıza kadar devam etmiştir.

Yunanlılarla da Atina Anlaşması imzalanmış, Batı Trakya ve Eğe adalarının bir kısmı Yunanistan'a terk edilmiş, oradaki Türk halkının mal mülk edinme, kendi dillerinde eğitim öğretim anlaşma şartlarına bağlanmıştır; ama Yunanlılar da bunların hiç birisini uygulamamıştır. Aynı şekilde Sırplar da anlaşmalarına sadık kalmadılar.

Sonuç

Balkan savaşları tam bir hezimetle sonuçlandı. Balkanlarda kalan soydaşlarımız pek çok işkenceler, katliamlara ve sürgünlere maruz kalmışlardır. Birçok insan yerini yurdunu bırakarak göçmen durumuna düştü. Malını mülkünü, hatta ırz ve namusunu da kaybedere önce İstanbul'a daha sonra Da Anadolu içlerine doğru göç etmeye başladılar. Bunların eğitimi, sağlığı, iaşe ve ibadetlerini devlet karşılamakta güçlük çekmiştir.

Askerin siyasete bulaşmasının bedelini çok ağır ödeyen Osmanlı ordusu, Balkan felaketinin utancını Çanakkale Savaşlarında gösterdiği kahramanlıklarla, destanlarla alnından silmiştir.

Gelelim bu güne. Bu gün savunma kuvvetimiz olan ordumuzun bu kadar pespaye edilmesi, haysiyeti onuru yerle bir edilmesi ne kadar doğrudur?  Bu gün ülkemiz bir işgale uğrasa acaba emir komuta zincir ne kadar geçerli?

Tarihten ders alalım. Ordumuzu siyasete kurban etmeyelim. Varlığımızın teminatı olan ordumuzu, güvenlik güçlerimizi bu kadar yıpratmayalım ve gereken önemi verelim.