Kalbin hastalıklardan temizlenebilmesi için ibadetleri huşu ile yapmaya gayret etmek icab eder. Zira Cenabı Hak huşu­suz bir ibadeti istememekte ve şöyle buyurmaktadır: “Vay o namaz kılanların haline ki onlar namazlarından gafildirler.” (el-Mâûn, 4-5) Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: “Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddi bir vazife olarak yapmazlar, Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar, Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp tehir ederler, Namazın terkinden müteessir olmazlar, Kıldıkları vakit de, Allah için halis niyetle kılmayıp dünyevi birtakım maksatlar için kılarlar, İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları halde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk’ın huzurunda imiş gibi bir huşu ve tazim içinde değil, gösterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, IX, 6168)

Mü’minun Suresi’nde de: “Muhakkak ki (şu) mü’minler felah bulmuştur: Onlar, namazlarında huşu içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır. Diğer bir ayeti kerimede ise namazı huşu ile kılmanın nasıl mümkün olabileceği şöyle izah edilmektedir: “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşu sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakikaten Rablerine kavuşacaklarına ve O’na rücu edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)

Huşu, bazıları korku, çekingenlik gibi kalbi fiillerden biri olarak tarif etmiş; bazıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sükunet içinde olmak gibi azalara ait fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşu, aslı kalb de, tezahürü bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe ait tarafı, Rabbin azamet ve celali karşısında kendi hiçliğini görerek, nefsi, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tazim ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alakalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhuruyla bir sakinlik meydana gelmesi, namazda gözlerin etrafa değil, önüne ve secde mahalline bakmasıdır. Dikkat edilecek olursa ayeti kerimede, namazı huşu ile kılabilmek için kişinin, “Allah’a kavuşuyormuşçasına” ve “O’na dönüyormuşçasına” bir haleti ruhiye içinde bulunmasının lüzumu açıkça belirtilmektedir. Yani namazın beden ve kalb ahengi içinde kılınması zaruridir. Ancak böyle bir namaz mümini fahşa ve münkerden koruyabilir.

Bahaeddin Nakşibend kuddise sirruha sordular: “Bir kul, namazda nasıl huşua erer?”

O da cevaben: “Dört şeyle.” buyurdular:

Helal lokma,

Abdest sırasında gafletten uzak durmak,

İlk tekbiri alırken kendini huzur-i ilahi’de bilmek,

Namaz dışında da Cenabı Hakk’ı asla unutmamak.

Nitekim ayeti kerimede şöyle buyrulur: “Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el Mearic, 23) İbadetlerde huşuu yakalayabilmek ve ibadet haricinde de sanki namazdaymış gibi manevi bir haleti ruhiye içinde olabilmek için diri bir kalble fuzuli söz ve davranışlardan azami derecede uzak durmak gerekmektedir. Ayeti kerimede şöyle buyrulur: “Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Diğer ibadetler de böyledir. Bu hususta Cenabı Hak şöyle buyurur: “O müminler ki, verdikleri (hayır ve sadakaları), kalbleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek verirler. (Diğer bir kıraata göre ise): Yaptıkları her işi bu haşyet, korku ve ürperme hissiyatı içinde yaparlar.” (el-Müminun, 60) “Şüphesiz ki Allah, kullarının (samimi) tevbesini kabul eder ve (gönülden verdikleri) sadakaları alır!..” (et-Tevbe, 104) Ayette sadakanın, yani infakın da, namaz gibi riyadan uzak ve huşu içinde verilmesi istenmektedir. Bu incelik, hadisi şerifte “sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması” (Buhari, Ezan, 36) şeklinde ifade buyrulmuştur.