Zaman-ı evvelden beri anlatıla gelen ve maddeden manaya anlamı değen bir kıssa vardır. Sıra yazmaya gelince, şekil cihetinden güzel bir anlatım, hadde sığmasa da nakletmenin hadsizliğini alıyorum kalemimin boynuna. Kusur yazar isem eğer, cezası işlensin isterim hüsn-i hat ile sol omzuma. 

Kur'an-ı kerim'in üzerinde üç karınca seyyahlığa çıkmıştır. Yürüdükleri yolun neresi olduğunu bilmeksizin, bu şekil deryasına bir anlam vermeye çalışırlar. Anlamın derinliğinde küçücük cüsseleriyle boğulacak gibi olunca, şekillerin kıymetini, bu kıymetin nereden geldiğini mütalaa ederler. İlki der ki, “Bu güzellik harflerin çizgisindendir.” diğeri, “Bu güzellik, yazıyı yazan kamıştandır.” Üçüncüsü, “Olmaz! İlle de bu güzellik yazıyı yazan eldendir.” Sonra sıra başa döner, ilk konuşan karınca ekler, “Bu güzellik olsa olsa ele kuvvet veren koldadır.” ikincisi “Bedendedir.” Üçüncüsü “Manayı veren ruhtadır.” der. Bu kabul görmez tartışma sürer gider. Böylece her harfin, her cezimin, esrenin, ötrenin üzerinden geçerek güzelliği başka ihtimallere yorarlar. Yazıyı yazan ele, hurufa, kamışa, mürekkebe ve dahi mürekkebin hokkasına! Mekâna bedene, bedeni beden eden ruha, maddeye, manaya... Ezcümle ile her şey nasibini alır bu güzellik ihtimalinden. Ama son olarak tartışma mutabakata varır ve “Bu güzellik olsa olsa Allahtan'dır.” derler.  Her şeyi var eden asıl güzellikte karar kılarlar. 

Sanatın, insan kabiliyetinin en güzel çizgisi, en asil dokunuşudur hüsn-i hat. Şekle yüklenecek mana elbette ki kolay külfet değildir. Ama şeklin güzelliği de kolay meşgale hiç olmamıştır. Mistik bir hissiyatla ve yanlış da olsa kıvamına karışmış olan ibadetle icra edilir. Manayı algılayan akıl ve kalp olsa da göz gaflete düşecek ilk uzuvdur. Hüsn-i hat sözden önce göze güzeldir. Gözü mest ettiği için söze güzeldir. Akla, kalbe, anlamı bilinmese de sedef işli bir çerçevede meşin duvara, hane kapısında bir duaya güzeldir. 

Diyeceğim o ki, sarhoş eden mey ise de zariflik kadehtedir. Benzetmek elbette ki yanlış ama sözün özü kadar yüzü de güzeldir. İsimleri güzelden güzeldir. Aklam-i Sitte, Reyâhânî, Tevkî, Rik'a, Ta'lik, Divanî! 

Güzelliğin yolu, yordamı, adı, kuralı, kavramı elbette ki çokçadır. Oysa hüsn-i hat sözün de güzelliğe düşmüş tecellisidir. Biz, harfleri şeklen kendimize mi benzetmişiz yoksa aksi bir ihtimal ile harflere benzeyerek mi halk edilmişiz, elbette ki bilinmez bu ince ayrım. Fakat anne karnındaki vavın, boyu elif elif olan sevgilinin şekli nun'a benzeyen kubbenin de bir hikmeti vardır. 

İslam, sanatın da güzelliğinden yanadır. Nasıl ki, eksik değil ise camilerde tekliği, yekliği simgeleyen lâleler, birbirine dolanıp da apaçık bir manayı işaret eden hatlar da İslamî bir yansımadır. Yani ki, İslam var ise sanat vardır; sanat var ise şüphesiz ki ilk mahreci hüsn-i hattır.

Başka coğrafyalarda ses getirse de, dini bir vecih ile şekil alıp, en güzel secde toprağına değmiş bir elde gösterir kendisini. Hal böyle olunca millileşmesi ne kadar doğru bilmem ama bu güzelliğin aitliği de sahipliği kadar çetin olmuştur. 

Bunca övgü ve methiye diyeceğimi anlatmaya elbette yetmez. Ama elifi mertekten ayırabilecek kadar âlim olsam da ben, bir vav'ın kıvrımında soluklanmaya cesaret edemezken, güzel bir yazı ile yazamazdım tüm bunları. Kıssada anlattığım karıncalar gibi gaflete düşmüş en evvelden yapmam gereken tanımı unutmuştum galiba. Hüsn-i hat, cismani aletlerle meydana getirilen ruhani bir sanattır. Ve başlı başına mücerret bir sanattır ki, burada Latin harfleri ile yapabileceğim hiçbir tasvir, onu anlatmaya yetmez. 

Bir elif miktarı,

Bir mim kıvrımı,

Bir lâm çaprazı! 

Her harfin dile gelecek bir ebcedi elbette ki vardı ya, talebeye verilen icazet ancak ve ancak hattat zatınca mümkündü. Oysa şeklen sadeliği ile anılan elif bile benim kalemimde doğrulmuyorken anlatacaklarım ancak bu kadarla yekûndu.