Gözaltlarımda mor çiçeklerle uyandım bu sabah. Bakır ibrikten bir tas su döküp mor çiçekleri suladım. Çocukluğumda, her köşe başında bir taşın alnını süsleyen Ayşemine çiçeklerinin de mor olduğunu hatırladım. Annem çoktan kalkmış, sabahı karşılamıştı. Önce kedileri ve köpeği, sonra kuzuları ve sarı kızı doyurmuş, üzümleri sabahın serinliğinde sulamıştı. Ocakta yaktığı ateş çoktan harlanmış annem sabaha değil, sabah anneme uyanmıştı.

Kapı eşiğinde beni görüp gülümsedi. Annemin her gülümseyişi bir mucizeye gebeydi. Korkulan şeyin er ya da geç başa geleceğini, kaçacak en uzak yerin ancak kıyamete değin olacağını o yaşına kadar elbet öğrenmişti.  Ve bu gerçek, bana henüz öğretmediği nadir şeylerdendi. Bir hadiseye çok kızdığımda bağırmak yerine ağlamayı, üzüldüğümde konuşmak yerine susmayı, sevindiğimde ellerimi göğsümün ortasında sımsıkı birleştirmeyi ve daha nice güzelliği öğrendiğim annem… Anne dedimse adına atfettiğim pek çok sıfattan en kıymetli olanı “anne” olduğundan, her anne dediğimde yüreğimin penceresine bir kuş konduğundandır.

Mutfağa geçip yere çocukluğumdan kalma bir örtü serdi. Bütün malzemeleri daha ben uyanmadan hazır etmişti. Ateşe bir odun daha attı. Önündeki hamurdan bir parça koparıp koydu tahtanın üzerine.  Bu sabah sofrasının nimeti de anlaşılan en sevdiğim gözlemeydi. Başını yerde kaldırıp bana baktı. “ Kızım” dedi duraksadı. “Çayı demle. İçine karanfille kekik de koy sen seversin.”

Benim sevdiğim her şeyi ezber eden, yeni öğrendiklerimi usuna ekleyen, unuttuklarımı hatırlatan annem… Bugünün anısı onda, bende bıraktığından daha derin izler bırakacaktı. İncirler olmuş, üzümler ermiş, küpe çiçekleri saksıda salkım salkım açmış, yaz sıcağı dayanılmaz bir hal almıştı. İleride hatırlarken böyle anacaktı benim vedâmı. Hüma kuşunun evden ayrılışını en sevmediği mevsimde yâd edecekti.

Sofraya benim demlediğim çay ile annemin yaptığı gözlemeler koyuldu. Babam elindeki Niyaz-ı Mısri Divanı’nı bırakıp sofraya oturdu. Ablalarım, ağabeyim ve daha başkası da yoktu yanımızda. Annemle babam, yüreğimin boşluğuna dolmaya şükür ki yetip de artıyordu.

Anlatmak istediğim ne çok şey vardı, oysa yazacağım altı üstü bir vedâydı. Belki de eskisinden daha sık görüşeceğim anneme babama; eskisinden daha sık geleceğim baba evime kendi yuvamı kurmak için vedâ edecektim bu kez. Bütün sevdiklerini yanında isteyen bir çocuk arzusu düştü içime. Olsa ne güzel olurdu ya ille de olmazdı. Artık her akşam kavuşacağım, pencere önlerinde çiçeklere yer açacağım, belki bir kediyi, bir kuşu himayeme alacağım, ne kadar uzağa gidersem gideyim, sonunda dönüp dolaşacağım, kapısını çalacağım başka bir ev olacaktı. Bunun bir lütuf olmadığını, dahası evliliğe sadece yeni bir eve sahip olmak denemeyeceğini, dünya gibi ömrün de mevsimlerinin olduğunu ve evlilik bahsi geçerken bu mevsimlerden en çok kışın akla geldiğini öğrenmem daha sonralara rastlayacaktı.

İlk elimi attığım eşyam kıyafetlerim olmadı. Yazlıkları, kışlıkları, örgüleri, şalları ve dahası pek çok esvabı toplamam günün sonunda bir saatimi bile almadı. Asıl mesele kitaplarımı toplamaktaydı. Çocukluğumdan kalmalardan başladım önce. Yaşı yaşıma yakın hikâye kitaplarımı, kendi çocuğuma belki de torunuma diye sakladıklarımı ayırdım önce. Sonra babamın hediye ettiği yarım asırlık Ferhat ile Şirin’i Arzu ile Kamber’i. İçerisine mimoza çiçeği bıraktıklarım, gül yaprakları sakladıklarım, kırmızı kalemlerle satırlarına şerh koyduklarım… Bir de yıllardır kitaplığın arkasında unuttuklarım… En heyecanlı yerine geldiğimde elektrikler gitti diye sızlandığım gençlik romanlarımı ayırdım en son. Mutlu bir aşkın nihayetini yahut bir ayrılık hikâyesini bitirebilmem için babamın gaz lambasının ışığına ayna tuttuğunu hatırladım. Ağrıyan kollarını dizine dayadığını, “yoruldum” demeye hakkı olmadığını düşünüp “yoruldun artık sabah okursun” dediği anıları da yüreğimdeki en güzel hatırata yazıp o günün tarihini attım. Kutuya bu anılardaki yıllardan kalma gaz lambası ile antika aynayı da usulca yerleştirip üzerlerini kapattım. Sonra bin türlü yerden biriktirip istiflediğim kitap ayraçlarıma geliyor sıra. Kimin hediye ettiğini anımsayıp bir bir koydum kutuya. Yahut hangi şehirden hatıra diye aldığımı… Sıra şiir defterlerime geldiğinde gözlerimin dolduğunu, günlüklerimi yerleştirirken birkaç damlayı üzerlerine mihmandar diye koyduğumu annem görmedi sanmıştım ya kapı eşiğinde beni izlediğini son anda fark etmiştim.  

Bütün külliyatı topladığımda anladım ki bu evde kitaplardan başka tek kalabalığım anılarımmış. Başkaca hiçbir şey yok gibiydi. Oysa başladığımda işim ne çok görünmüştü gözüme. Alıp götürmeye kıyamadığım, Küçük Prens ve Şeker Portakal’ını kitaplığın en üst rafına bıraktığımda bir yanımın hep bu evde olacağını ve orada kaldığı sürece bu evden hiç taşınmamış sayılacağımı hissettim. Hiçbir safa yerleştiremediğim şeyler için de ayrıca bir kutu ayarladım. En uzun zamanı bu kutu için ayırdım. İçerisine attığım her nesne için anılarımı tek tek yoklayıp uzun zamandır unuttuklarımın gönlünü aldım. Babamın bir zeytin ağacının kırılan dalından yaptığı bebeği, ağabeyimin çam kabuğundan oyduğu köpeği, kalan tek çocukluk elbisemi, patiğimi, zeytin çekirdeklerinden yaptığım tespihi, ablalarımın el emeği olan dantellerimi ve daha nicelerini… O kutuyu tamamladığımda her şey hazırdı artık.  Annemin cümle kapısının eşiğine koyduğu sardunyayı gördüğümde yaz vakti sıcağında yüreğime bir bahar serinliği esti. O da benimle birlikte gidecek, yolcu yolunda gerekti.

 Bu veda bana kuşların gökyüzünü yitirme hissi gibi gelmişti. Bu hadisenin kazası uzun zaman evveldi. Nitekim üçüncü sene-i devriyesi bile gelip de geçmişti. Yazdığım en uzun yazı değilse de bu satırlar en uzun sürede bitendi. Veda demeye bir türlü dilim varmıyor ama ayrılıktan başka da bir kelime bulamıyordum. Öyle ya veda değilse de ayrılık, ayrılık değilse peki bu ince sızı neydi? O an aklımdaki en kadim bilgi yetişti cevabıma.

 “Kelimeler her hissi anlatmaya muktedir değildi…”