Ne vakittir orada öylece uzanıp yattığını bilmiyor.  Sanki boylu boyunca uzanmış yatan beden kendisinin değil. Bu işte bir tuhaflık seziyor; her şeyden önce bu tuhaf yer neresi ve kendisinin burada işi ne? Sorgularken bile kafası, beyni onun değilmiş hissi devam ediyor. 

O mat beyaz mermer masa buz gibi soğuk, üstelik beyaz bir çarşafın altında çırılçıplak olduğu halde hayret, masanın soğukluğu onu üşütmüyor. Kaskatı olmuş vücudu aynı zamanda bütün bağlarından kurtulmuşçasına rahat görünüyor.

Tamam, galiba burası bir hastane odası; hastalanmış mıydı, hastaneye mi yatacaktı; yoksa ameliyat mı olması gerekiyordu? Kafasının içi bulunduğu odanın duvarları misali bomboş; güneş ışığında uçuşan toz zerreleri gibi dağınık bir türlü toparlayamıyor. Neden etrafta kimse yok? Eğer burası gerçekten de bir ameliyathaneyse çevrede dolaşan birileri olmalı değil mi? Elinde, kollarında serum ya da iğne izi de görünmüyor.

En son hatırladığı işe yetişmek için evden apar topar ayrıldığı. Sonra tam arabayı çalıştırıp yola koyulduğu sırada hava sıcaklığı eksi değerlerde olmasına rağmen terlediğini, kravatını gevşetip camları açtığını bu durumda bile nefes almakta zorlandığını! Yine kalbi sıkıştırıyor. Bu ilk değil; torpido gözünden dilaltını bulup aldıktan yarım saat sonra rahatlama başlar. Karısı yeniden bir doktora görünmesi gerektiği konusunda sıkıştırıp duruyor. Kadınlar ve evhamları işte. Kadın denilen mahlûk pimpiriklenmeden, hemen her konuda evham yapmadan durabilir mi? Hâlbuki bu yaşlarda gayet doğal hadisedir kalbin ara ara sıkıştırması fakat gel de sen bunu hatuna anlat.

Bu arada o da ne? Sağ ayak başparmağında bir ip ve ipin ucunda üzerinde sıra no yazan küçük bir kâğıt parçası sallanıyor. Neden elinde değil de ayağında. Eline verseler olmaz mıydı sanki.  Garip hastane politikaları işte...

Odasına ne zaman alırlar acaba. Karısı dışarıda perişan olmuştur şimdi. Bu kadar üzülecek ne var kendisi de genç değil ki artık; zavallı kadın çok ağlayıp kendini harap ederek kronik migrenini uyandırmasa bari.

Nihayet kapalı duran duvarlarla aynı mat açık duman rengindeki kapı aralanıyor ve odaya birkaç erkek giriyor. Bunlar kendisini ameliyata hazırlayacak kişiler olmalı; fakat az sonra karısının feryat eden sesini duyuyor. Kırk küsur yıllık karısının böyle kendini harap edercesine ağladığına bir tek annesini kaybettiği gün şahit olmuştu. Kadıncağız kendisine dokunmak için hamle ederken adamlardan biri onu kollarından yakalıyor ve bırakmıyor. Kadının hıçkırıklarla katılan boğazından zorlukla “ne olur bırakın, bırakın da son bir kez soğuk yüzünü olsun göreyim” sözleri işitiliyor. 

Olamaz! Bu kez ölen kişi kendisi mi? Ölüm denilen, hep ölenlerin işi bilinen gerçek bu mu? Hayır, canım bir yanlışlık olmalı; bu kadar ani olmamalı daha yapılacak çok iş var. Şirketteki işlerle kim ilgilenecek? Bu kadar ağır bir sorumluluk üniversiteyi geçen yıl bitirmiş biricik oğlunun tecrübesiz omuzlarına yüklenebilir mi? Hem tek kızı, can paresi daha lisede. Bu kadar küçük yaşta babasız kalırsa ne yapar, kime tutunur ve karısı hakeza! 

İşte adamlardan biri karısını güç bela uzaklaştırırken diğeri beyaz çarşafı yüzüne çekiyor. O vakte kadar kendi kendini yukarıdan seyreden gözleri artık çarşafın altındaki zavallı nazik bedenini göremez oluyor. Hey hat ki belirlenmiş vakit ardında bıraktıklarına son bir söz, bir vasiyet hatta bir veda busesi bırakmaya bile izin vermiyor. Emanetçi emaneti sahibine itirazsız veriyor. Kapanma düğmesine basılmış bilgisayar ekranında beliren son yazı bir ömrün hülasasını teşkil ediyor!

Alan sensin, veren sen, kılan sen.

Ne verdinse odur dahi nemiz var.