Eğitim başlı başına bir sanattır. Öğrenmek yaratıcının insana verdiği en kutsal yetenek…

Hele o yeti yaratılış çizgisiyle paralellik arzederse asıl maksadına ve amacına ulaşmış olur. Nitekim “hikmetinden sual olunmaz” anti parantezinden sonra yaratıcı ilk insanı bilge, önder ve kedisinin temsilcisi olarak göndermesine rağmen onunla ilk isyanı, ondan gelen nesille de ilk insanlığın kavgasını başlatmış, beşeriyetin hayatı bu mihval üzerinde sürüp geldiği gibi ilelebet de devam edecektir.

Kendi diyarlarından başka yerlere gidip gelenlerin memleketlerine döndükleri zaman anlatacakları çok şeyleri olur. Zaten gittikleri yerlerde de karşılaştıkları kimselere kendi diyarlarından çok şeylerden bahsetmişlerdir. Mesela, herkesin köyünde buz gibi akan bir soğuk su, bir şelale, kışın sıcak yazın soğuk akan ırmaklar vardır. O kişi köyündeki bu doğa harikalarından bahsederken aynısının veya onlardan daha üstün doğal zenginliklerin bir başkasının köyünde olabileceğini düşünmediği gibi yaratıcının sadece kendilerine ve kendi köyüne lütfettiği bir üstünlük zannına kapıldığının farkında bile değildir. 

Askerden gelenlerin askerlik hikâyeleri, avcıların av palavraları bitmek tükenmek bilmeyen akşam sohbetlerimizdi eskiden, uzun kış gecelerinde… Henüz teknoloji denen çağın vebası örtmemişti insanlık duygularımızın üstünü. Mesela bir kandıralı vardı. Askerde komutan “bölük dur” dedikten sonra Kandıralıya da özel komut vermeden durmayacaktı. Mutlaka “ bölük dur” dedikten sonra kandıralı sende dur demek zorundaydı. Bu kandıralı bilmecesi uydurulurken niye şirin Anadolu illerimizden Kocaeli'nin tarım ve hayvancılığa bağlı Kandıra ilçesinin ismine izafeten böyle bir yakıştırma yapıldığı kimsenin aklının ucuna bile gelmezdi. Yine “hikmetinden sual olunmaz” anti parantezini koymadan yapamayacağım. Yaratıcının büyüklüğü aklımın küçüklüğüyle ters orantılıdır. Ne zaman ki bir yaratılmışı incelemeye kalkışsak akıl dediğimiz o muazzam yaratılmışın bile ne kadar aciz olduğunu anlamaktan kendimizi alamıyoruz. 

Çok yaşadı, Allah uzun ömür versin diyen yakınlarımın, arkadaşlarımın konuşmalarını hatırlıyorum. Bin sene, beş yüz sene, üç yüz sene yaşayıp da hiçbir şey yapmadan dünya yaşamlarına son verdiklerini söyleyenlerinin yanında, seksen yılın, yüz yılın lafını etmek aklıselim bir insanın tavrına ve bilgeliğine yakışır mı? …  Hele bir konuda prof. Olduğunu böbürlene böbürlene söyleyen, ilim adamları, filozoflar, yetmiş iki dilde konuşan, her kavmi kendi lisanlarıyla hidayete davet eden Hz. İdris’in karşısında ne diyeceklerdir? …  O ki, astroloji, matematik, tıp vb. ilimlerin beşiği, hikmet ve izzetin sahibi, kardeşini öldürmekle insanlık tarihinin adam öldürme tarihini başlatan azmış kâbil çocuklarının hidayete davetçisi olarak gönderilmiştir.

İlk yazıyı yazan, şehir kurma ve idareciliği belleten insana elbise giymeyi ve dikiş dikmeyi öğreten bir ulu çınarın yanında ilim ve irfan sahibi olduğunu ileri sürmek ne derece yerinde olur? Aklıselim her insanın kavrayabileceği su götürmez gerçeklerdendir. Kendinden asırlar sonra yaşayan Hz. Yunus bu bilgenin sadece bir yönünü şu dizeleriyle tarihe altın harflerle yazmıştır: 

Kimi yiyip, kimi içer,

Hep melekler rahmet saçar

İdris Nebi hülle biçer 

Diker Allah de'yu de'yu 

İdris Nebi, tüm bilgeliklerinin yanında içinde bulunduğu durum ve şeraitin dışında da kendinden sonrası içinde kavmini aydınlatmıştır. Duymak bilmeyenler için bu hususta “anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az” demekten başka bir şey kalmamıştır. Zira o Nebi insanlığın başına gelecek olan Nuh tufanı, beşeriyetin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı son peygamber hakkında da bilgi vermiştir ama nafile…

Küçük bir motorun koca tırlar çektiği, sinekli bir eşeğin bir katar deveye rehberlik ettiği gerçeği gözardı edilerek cüssenin beyne üstünlüğü vehmine kapılmak insanlığın felaketinin başlangıcı olmuştur. Saltanatı elinde tutan, kudret sahibi hükümdar, kudretin asıl menşeini unutmuşlar, kerameti kendinden menkul serüvenler anlatma dalaletine düşmüşlerdir. Gücün akla galebe geleceği yanılgısı dün olduğu gibi bugünde, yarında insanlığın karanlığa gebe kalacağını ve günsüz dünyaya getirdiği çocuğunu küvezler de yaşatmak için ne kadar efor sarfedeceğinin bilincine erişmediğinin göstergesidir. 

Ondandır ki büyükler: “mal sahibi, mülk sahibi, hani bunu ilk sahibi, mal da yalan mülk de yalan gel sende biraz oyalan” vecizesini koyuvermişlerdir düşünmek isteyenlerin önüne. Onun içindir ki ayrılık sahneleri ve üzerine yakılan türkülerin bıraktığı nağmeler hep kanata gelmiştir gönlümüzün bir yerlerini. Ayrılık, gurbet, hasret hep bana mı diyenlere de şu darbimesel söylenegelmiştir: 

Ayrılığı, cennetten kovulan Hz. Âdem e sor, 

Tufanda oğlunu daların tepesine bırakan Hz Nuh a, 

Yusuf tan ayrılan Yakup a,

Öz evladını bağrından kopararak başka diyarlara gönderen Mekke şehrine… 

Kim Allah'ın Nebi’sinden ayrılmak isterdi? Kim onun sohbetinden, cenneti hatırlatan kokusundan uzaklaşmak, yakınken uzak kalmak isterdi? Hangi şehir, hangi yaratık, hangi canlı, hangi cansız?..

Öfken gücünle eşit olmalı diyorlardı büyükler. Zira aradaki eşitliği sağlayamazsan zarardasın. Kendinden daha güçlüye kafa tutarsan faturası sana kesilir, sen zararlı çıkarsın. Bu düstur insanın toplumda nasıl davranması gerektiğinin labirentlerini koyarken, bu öfkenin kendi ilkelerin ve inançların doğrultusunda bulunan insanlara karşı yapman gerekenin ne olduğunun da ölçülerini ortaya koymaktadır. Bu anlatımdan senin dünya ve hayat anlayışına karşı olanların ve senin yaşam tarzına müdahale hakkını elinde bulundurduklarına inananların güçlerine göre kendini göster anlamı çıkarmamalıdır. Zira bahsedilen güç eşit ölçülerde ortaya konan maddi güçtür. 

Bu ilke, yoktan var eden yaratıcının gücüyle onun kendisine sıradan insanların yapamayacağı meziyetleri verdiği seçkin insanlara bahşettiği gücün sınırları dışındadır. Bu olağanüstü, meta-fizik güç, yoktan varedenin bazı seçkin kullarına verdiği, diğer insanlara yaratıcının temsilcisi olduğunu gösterebilmek için lütfettiği meziyetlerdendir. O meziyetler ki, seçkin kullara; okuma yazmayı bilmeden okumayı, yetmiş iki dilde insanları kendi dillerinde hidayete davet etmeyi, ölüden diri çıkarmayı, kuşlarla konuşmayı öğretmiştir... 

Yine o ayrıcalıkla bir gece ansızın Mekke den Kudüs’e ve oradan da kendi katına son peygmberi almış ve tekrar geriye göndermiştir. Bu üstün meziyetler onlara yoktan vâreden tarafından lütfedilmiştir. Yine yerlere ve göklere sularını fışkırtmasını, Deniz'e de ortadan yol açması emredilmiş ve bu emirler yerine getirilmiştir. Tüm bu gerçekler İslam inancına inananların, yaratıcısı tarafından kıyamete kadar değiştirilmesine müsaade etmeyeceği garantörlüğü altındaki kitabı Kuran da zikredilmektedir.

Öfken kudretini, cürmünü aşmamalı. Üç günlük saltanata sahip olunca kendini kurtarıcı zannedip acizliğini ortaya koymamalısın. Ömrünü uzun, saltanatını sonsuz zannetmemelisin. Tüm yaşamın saltanatın, malın, kudretin içinde geçse dahi sana biçilen ömür sadığın kadar uzun değildir. Zaten sende bu gerçeği son nefesinde anlayacaksın ama iş işten geçiş olacak. Tıp ki Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han’ın bu gerçeği anladıktan sonra dilinden dökülen şu dizeler gibi:

Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, 

Bir veliye bende olmak cümleden al’a imiş.

İnsan emanet sahibi olduğunu kendisin yaratıcılığının yeryüzünde bir temsilcisi olduğunu, yapmış olduğu veya yapmaktan geri kaldıklarından sual olunacağını aklından çıkarmamalıdır. O elçi ki ağaçların yapraklarını bilecek kadar bilge günümüzün ortalama beş insanın ömrü kadar ömür sürmesi, beşeriyetin bugün teknoloji diye ayyuka çıkardığı ilimlerin bulucusu ve kurucusu olmasına rağmen çıkıp gitmiştir Allah'ın katına.

İlim, bilgi, yaratılış doğrultusunda niçin, niye geldiğimizi kavramak ve kulluk bilincini anlamak için elzem ve zaruridir. Değilse bu uğurda yıllarca diyar diyar gezip ömrünün yarıdan fazlasını geçirdikten sonra yıllarını baba ocağından ana kucağından ayrı geçiren yarım aydının beyin zerreciklerinden sızarak yıllar sonra yaptırdığı babasının mezar taşına yazdırdığı bir veciz sözden başka bir şey bırakmayacaktır insanlık belleğinde: Her şey fânî, odur bânî…