Millet olarak en büyük eksikliğimiz her konuda bilgiye sahip oluğumuzu zannetmemiz ve bu zanla da bildiğimizi zannettiğimiz konuları çevremizle de paylaşma, onlara dikte etme ihtiyacı içine girmemizdir.

Mesela, kulaktan kulağa duyduğumuz falanca yerdeki lokman hekimin, her türlü hastalığa nasıl da çare bulduğunu, elini değdiği her noktada insanı yeniden doğmuşa çevirdiğini ballandıra ballandıra hatta yemin kasem ile anlatarak karşımızdakini buna inandırma gayretlerimiz dillere destandır. Maazallah, anlatılanlara karşı çıkan olsa onu da hemen kıskançlıkla, bilgisizlikle suçlar, karşı çıktığına bin pişman ederiz, hem de bulunduğu toplum içinde, insanların gözü önünde hatta bir tıp doktorunun huzurunda bile yaparız bunu.

Yine, define meraklısı insanların bu konudaki anlatımlarına rast gelmişizdir hepimiz. Bir gün bir tanıdığımın dükkânında sohbet ederken iş define konusuna geldi dayandı. Tanıdığım kişi küçücük atölyesinde ekmeğini kazanma gayreti içinde olan birisiydi. Define merakı da vardı. Bana dönerek; “abi falanca dağın en zirve tepesini bilirsin, işte o zirvede bir büyük taş var... O taşın yaklaşık altı metre kadar alt kısmında ve yedi metre derinliğinde altından yapılı bir karasaban var. O saban, neredeyse Konya’yı satın alacak bir değer taşıyor. Yıllardır aklımın ucunda ama şu dükkânı bırakıp da bir türlü gidip el atamadım o işe” dedi. Ben de “işinin adı ne Kardeşim madem bu kadar kesin konuşuyorsun, nokta atışı yapıyorsun, dükkânın adı mı olur bu kadar zenginliğin içinde? Haydi gidiyoruz, hatta dükkânı kapatmaya bile gerek yok, açık kalsın, yağmalasınlar istersen” deyince hemen o konudan daha önemli bir işi çıkıvermişti de yine gidememiştik, sabanı bulunduğu yerden çıkarmaya…

Bulunduğumuz bir sohbet ortamında, örnek olarak, ortaya hukukla ilgili bir konu atılmış olsa, bu konuya en uzak olanımız sazı elimize alırız da, memlekette ne bozlak bırakırız ne uzun hava ne de Aydın Havası, çalmadık, söylemedik… Toplumda bu işin otoritesi konumundaki avukat beye, bir tek cümle kurmasına bile fırsat vermeyiz.

Yirmi beş yıl askerlik mesleğini icra ettikten sonra emekli olmuş birine askerlik anılarını anlatmaktan iki büklüm olan, ne döğmediği komutan ne gözünden vurmadığı hedef bırakmayanlara da sıkça rastlamışızdır farklı mekânlarda ve zamanlarda…

Devletimizi yöneten ya da yönetmeye talip olmuş ve yıllar yılı devletin en mahrem konularında bilgi sahibi olmuş ve olmaya devam eden siyasetçilerimizi, yöneticilerimizi, sırf “kendi düşüncemiz doğrultusunda iş yapmadılar” diye, “kendi menfaatlerimize  uygun hareket etmediler, karar vermediler” diye, bir tek icraatı sebebiyle bile yerin dibine sokmaktan asla geri bırakmayan alışkanlıklarımız vardır maalesef… 

Kendi evimizle, kendi işimizle ilgili bir konuda bile verdiğimiz kararlarda kırk tane yanlışımız barınabiliyor. Ama gelin görün ki, yıllardır ülke meseleleriyle, uluslararası siyasetle iştigal etmiş ve bu konularla ilgili icra-i faaliyet yürütenlerin yaptıklarına daima burun kıvırmaktan ve kibir abidesi gibi davranmaktan kendimizi alamıyoruz.

Elbette eleştiri gözüyle bakmak, bildiklerimizi toplum ile paylaşmak, her kademede yönetimlere katkıda bulunmak, toplumsal meselelerle ilgili kafa yormak ideal bir hal tarzıdır. Ancak, konunun uzmanları bile bildikleri birçok konuda vara yoğa konuşmaktan imtina edip susmayı tercih ederlerken, akşamlara sabahlara kadar sanki konunun otoritesiymişiz gibi, devletin bütün mahrem ve aleni konularını biliyormuşuz, o konularda ilim tahsil etmişiz gibi gerçek bilgi sahiplerinin yanında ahkâm kesmenin, haddimizi aşmak olduğunun da farkında olamıyoruz, kendimizi durduramıyoruz.

Mevlana’ya sormuşlar ya hani? “O kadar okursun, o kadar yazarsın, ne bilirsin?” Mevlana da; “Haddimi bilirim” demiş. Ne yalan söyleyeyim, haddimizi aştığımız çok durumlar oluyor maalesef.

Özellikle uluslararası ilişkilerde, bir saniyenin bile ehemmiyetli olduğunu, durum ve şartlara göre politikalar belirlendiğini, dünün kanlı bıçaklı olan devletlerinin, bugün menfaatleri doğrultusunda nasıl da “can ciğer kuzu sarması” pozisyonuna girdiklerini göz ardı ederek siyasi yorumlar yapıyoruz. Liderin bir el işaretine bakıyoruz. Aklımızı bir kenara koyup, duyumlarla, zanlarla mukabelede bulunuyoruz. Bilmediğimiz konulara çok giriyoruz ve istesek de bir daha çıkamıyoruz girdiğimiz yerden.

Halbuki hepimiz en iyi bildiğimiz işe yoğunlaşsak, topluma en faydalı olabileceğimiz konuları seçip ona göre davransak daha faydalı insanlar olacağız.

 Hulasa; “bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi oluyoruz” vesselam…