Kırk elli yıl önce; sakallı, nur yüzlü eli bastonlu, köstek saatli dedeler yaşardı köylerimizde

Hepsi seksenlik, doksanlık dedelerimizdi onların. O hallerinde bile bileklerini bükmek yürek isterdi gençlerde. Caminin önünde oturmuş sohbet ederlerken, önlerinden selamsız geçmek, “yedi düvele kafa tutmakla” aynı anlama gelirdi neredeyse. Yanlarında bacak bacak üstüne atmak, sigara içmek, sözlerini kesmek, olur olmaz yerde mevzuya girmek ahlaki yasaların cezai müeyyidelerine tabiydi. Yeni bir işe mi başlanacak, onlardan “destur alınmadan” başlanan işlerden “hayır gelmezdi”.  Onlar; köylerimizin, kasabalarımızın bereketleriydi, zenginlikleriydi.

Emeklilik nedir bilmezlerdi. Sağlık pirimi vesaire giderleri olmadığı gibi, zaten onları karşılayabilecek gelirleri de yoktu.  “Şu yaşıma geldim, daha tohtur yüzü görmedim” diye başlarlardı sıhhi konulardaki mevzulara. Bu yüzden sağlık karnesine de ihtiyaçları yoktu zaten. Yaşları seksenin üzerinde bile olsa dur durak bilmezlerdi. Sabahın seherinde işe başlar, akşamın karanlığında dönerlerdi evlerine. Evlerde sular, musluklardan akmazdı o zamanlar. Düğmeye basınca lambalar da yanmazdı. Ellerini ayaklarını, dereden doldurulan ibriklerdeki sularla yıkarlardı. Abdest alır iken ibriğin en ince “ülüklüsünü” kullanırlardı. “İnce ülüklü” ibrik yoksa işaret parmağıyla daralttırarak öyle döktürürlerdi” Anlayacağınız, tasarrufun alâsını bilir ve uygularlardı dedelerimiz. Öyle takım takım elbiseleri, çifter çifter gömlekleri olmazdı. Dedemin bir palaskası ve üzerinde bir çakmaklığı bir de bıçaklığı vardı ki; belki de yüz yıllıktı.

Tarlaya attıkları tohum, tekneye girinceye kadar, akıttıkları alın terinin kokusunu duymadan yedikleri ekmeğin tadına varamazdı onlar. “Çarşı ekmeğini” kırk yılda bir görürlerdi. Bırakın cep telefonlarını, manyetolu olanlarını bile bilmezlerdi. “Aya çıkılmış” diyenlerin kafasına bastonu indiriverirlerdi. 1950’den önce yaşamış olanların bugün dünyaya gözlerini açmaları mümkün olsa ve etraflarına şöyle beş on saniye kadar baksalar, gördüklerinden korkup, hem de acilen, geldikleri yere gitmek isteyeceklerini söylerim hep. Gitmek istemeseler bile zaten gördüklerine yürekleri dayanamaz, şaşkınlıklarından “küçük dillerini yutar”, o sağlıklı yaşadıkları yılların aksine hemen oracıkta kalpten gidivereceklerini düşünürüm…

Sofrada aynı tabaktan yemek yemedikten sonra doyduklarını anlamazlardı. Bağdaş kurup, kaşık seslerinin duyulmadığı yemek sofralarında yenen yemeklerin tadı da olmazdı onlar için. Bu arada ufak tefek kızgınlıklar da yaşanmaz değildi hani. “Bana bak toruuun! Su güccüğün, sofra böyüğün, haa ona göre. Anasından önce ahıra girenlerden olma. Böyükler yemeğe başlamadan önce kaşık sallama tabağa” şeklindeki, kaşları hafif çatık vaziyette verilen öğütlerden de geri durmazlardı. “Su güccüğün, sofra böyüğün” derlerdi demesine de, büyükler dururken çocukların onlardan önce su içtiklerine de hiç şahit olunmazdı.  

O zamanlar evlenen gençler ayrı evlere çıkarılmazlardı. Mevcut evin fazladan bir odası varsa ne ala, eğer evde fazla oda yoksa yeniden eklenen bir oda, yeni evlilerin mekânları olurdu. Evlilik çağı gelmiş dört oğlan varsa, hepsi de evlendirilip aynı evin farklı odalarında yaşamak zorundaydılar.  Ayrı eve çıkmak isteyen evlatlar “itaatsiz evlat” olarak anılırlardı. Kazançlarının hepsi babalara teslim edilir, harçlıklar babalardan alınırdı. “Başlarına buyruk” harcama yapamazdı hiç kimse. Evde babaya ve anaya kayıtsız ve şartsız itaat söz konusuydu.  O yıllarda her evde on ila on beş çocuktan, yirmi ila yirmi beş nüfustan aşağı insan yaşamazdı.

Yoğurdun ve sütün; kokularını, mayalarını, kekik ve dağ yoncalarının oluşturduğu yıllardı o yıllar. “Organikmiş”, “seraymış” laflarını duymazlardı hiç. Her meyve ve sebze kendi mevsiminde yetişir, kendi mevsiminde tüketilirdi.  Şimdiki gibi yılın 365 günü karpuzu tezgâhlarda görmenin imkânı yoktu. Şubat ayında karpuzdan bahsedilse,  “zemheri de gök nohut” denilirdi. Yani “olması imkânsız” anlamında sözler edilirdi. “Hormondan” bahsedilse, “hormon değil, onun adı harman” diye karşı çıkılırdı.

Teknolojik gelişmelerin insan hayatını kolaylaştırdığını söylerler ekseriyetle. Bense, “keşkeleri” kılıfından çıkarıp ortaya salıvermek isterim. Onların da yaşamaya, özlemeye hakları olduğuna, onların da özgürlükleri bulunduğuna inananlardanım. Hatta “keşkeleri” ardı ardına sıralayıverenlerdenim.

Keşke olmasaydı da binmeseydik egzozundan zehir kusan araçlara. Binmeseydik de kirlenmeseydi ciğerlerimizi çelikleştiren güzelim havamız, suyumuz. Keşke eşekten başka taşıt olmasaydı. Atlar çekseydi pulluğumuzu. Elle saçsaydık tohumu, yine elle biçseydik buğdayı. Tarlalardan başak toplasaydık “birem birem”. Kurumasaydı pınarlarımız. Eğilip uzatsaydık ayaklarımızı, yüz üstü yatıp kana kana içseydik buz gibi suyundan. Guguk kuşları ötseydi geceleri. Kurbağaların sesleri yok olmasaydı. Yıldızları saysaydık harmanlarda yattığımız gecelerde.

Teknoloji bizi tembelleştirdi, stres yükledi her yanımıza. Hâlbuki asıl olan yaşamaksa, hayatı kolaylaştırdığını iddia ettiğimiz teknolojinin, bedenlerden, duygulardan ve sevgilerden alıp gittiklerini neden görmüyoruz? Çağdaşlaşmak biraz da ölüm demek değil mi? Her yıl sadece Ülkemizde on bin insanın trafik kazalarından dolayı ölmesi, adı sanı duyulmamış hastalıkların “peydah olması”, acaba gelişmişliğin mi yoksa geriye gidişin mi emareleri? 

Neredeyse, köylerimizde “yeni yapılıyor” diyebileceğimiz bir inşaata rastlamak mümkün değil. Bütün binalar, gökdelenler şehirlerde yükseliyor. Bütün insanlar oralara koşuyor, oralara yığılıyor.  Sanki dünyanın ağırlık merkezi bozuluyor, dengesizleşiyor. İnsanlar, sürekli olarak “gıncırığın” bir tarafına biniyorlar. Bir gün gelecek bu yığılmalar; çökmeler, yıkılmalara neden olacak diye ödüm kopuyor.

Oralarda yaşayanlar onlarca sene yan yana yaşadıkları komşularından bihaberler. Kalp ameliyatı olan komşusunun durumunu bir yıl sonra duyanlar var. Herkes, yanı başında vuku bulan düğünlerden, ölümlerden habersiz Kimse kimsenin ne sevincine ortak ne üzüntüsünü paylaşıyor. Kardeş kardeşi yıllarca görmeye hasret. Kardeş çocukları farklı zamanlarda farklı ortamlarda karşılaşsalar, bir birlerini tanıyamaz durumdalar. İşte tam burada “keşkelerin” yeniden özgürlüğe uçuşa geçmeleri gerekiyor. 

Keşke böyle olmasaydı, yok olmasaydı o güzelim adetler. Alsaydık kazmayı küreği “minnez kazmaya”  koşsaydık komşumuzun yeni başlattığı inşaata. Toprak damlarımızdan karları kürüseydik tahta küreklerle. Bir taraftan “kürüseydik”  arkamızdan yeniden doldursaydı kar. Bizim damdan, komşunun damına “hoplasaydık”.  Bazen komşu evin damını tutturamayıp düşseydik kürünen metrelerce karın üstüne.