O gün yanına ne zamandan beri yoldaş olmaya başladığını bilmediği yetim bir yalnızlıkla şehrin sokaklarında ağır aksak ilerlerken, kısık sesli acı acı çalan bir melodi onlara eşlik ediyordu.

Nedenleri, niçinleri sorgulayan muhakeme yine kurulmuştu ve hunharca yargılamaya başlamışlardı bile... Suçsuz birine suçlu damgası vurulmuş, sorgu odasının ışığı kısılmış… Puslu, dört köşe duvar içinde itiraf etmesi için duygulara işkence ediyorlardı.

Acıdan sersemlemişti. Hiçbir şey hissetmiyordu. Gökyüzü geceyi olabildiğince üşütmek için yeminler etmişti adeta... İntikam peşinde koşan biri gibiydi.  Gönülyüzüne sis çökmüştü. Göz gözü görmüyordu. İlerden temkinli gelen araçların ışıkları gökyüzünü ve yeryüzünü kaplayan bu perdeyi delmeye çalışıyordu. Fakat nafile… Bu gece, her şeyi yalnızlığa mahkûm etmiş gibiydi.

Elleri cebinde olmasına rağmen parmakları sızlıyordu. Soğuktu, üşümüştü ama aldırış etmiyordu. Hissetmeliydi... İliklerine kadar soğuğu yaşayarak, ruhuna bir titreme getirmek istiyordu. Hayat, duygusuzlaştırmıştı.

Ayağı bir taşa takıldı. Biraz sendeledi. Dengesini yeniden toplaması uzun sürmedi. “Hayat, hayat, hayat… Gizli kapaklı bizle uğraştığın yetmez gibi, bir de gözümün içine baka baka beni düşürmeye mi çalışıyorsun?” diye bir iç çekti.

Umurunda mıydı ki? Hayat işte… Neresinden toplasan, çarpsan da güzellikleri çoğaltmamak için bölecek bir şey elbet bulunuyordu. Yanında sessizce yol alan şu yalnızlığı defetmek istiyordu. Ama ona sahip çıkacak olan tek kişi de oydu. Bir de vicdan mı yapıyordu?! Hayatın saçma oyunlarından bıkmıştı.

Gönülyüzüne de bir sis hâkim olmaya başlıyordu. Kendini toparlamalı, güzel şeyler düşünmeliydi. Elbet gün ayacaktı. O zaman sonsuz renklilik gün yüzüne çıkacak tüm bu kasveti yok edecekti.

Etmeliydi! Yoksa nasıl yaşanırdı?

Düşünceleri güzelleştikçe, hayalleri de renk alıyordu. Hayaller… Ne güzel hülyalardı. İnsanların başını döndürüyordu. Yalnızlık yerine bir hayalle el ele tutuşsa daha başka bir yolda ilerliyor olabilirdi.

Aslında yolu da yoldaşı da kendi seçebilirdi.

Tüm kirli havadan sıyrılıp içine oksijen dolmuştu. Varlığının farkına varmalıydı. Epeydir ihmal ettiği kalem ve kâğıdının elinden tekrar tutmalıydı mesela… Hayata bir mürekkep damlatmalıydı. Hiç tanımadığı insanların yüreğinde yazdıklarıyla var olabilirdi…

Puslu gökyüzünün üzerine rengârenk gökkuşağı gibi özenle işlemeliydi cümlelerini… Kalemi güneşi olmalıydı gönülyüzündeki sisi dağıtan… Yazmalıydı ki bedeni hareketsiz kalsa bile başka diyarlara seyahat edebilmeliydi.

İlerde bir kızıllık fark etti. Gökyüzünde devri daim yapılıyordu. Karanlık ona ayrılan sürenin sonuna gelmiş mızmız bir çocuk gibi isteksizce olduğu yeri terk ediyordu. Gün ayıyor, yeni bir pencere açılıyordu. Yeni bir başlangıca “merhaba” diyebilirdi.

Hayata düşüncelerinden bir mürekkep damlatıp, onun üzerine yepyeni hayaller kurma zamanı gelmişti sanırım… Soğuk hava can çekişiyordu... Isınmalıydı dünya ve yeryüzüne kadar inen sis kaybolmalıydı. Nedenleri, niçinleri, keşkeleri bırakıp, -miş’li zamandan sıyrılıp, -cek’li vakitlere doğru yol almalıydı. Üretmeliydi. O zaman var olabilirdi.

Ne demişti George Orwell: “İnsan üretmeden tüketen tek varlıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar hızlı koşamaz. Gene de tüm hayvanların efendisidir.”

İnsanlığa bir hizmeti dokunmalıydı. Tam bitti derken, yeniden başlatmalıydı hayat…