Resmi kurumların yapmış olduğu araştırmalar ne kadar doğrudur bilemem.

Yalnız söylemle eylem arasında bir mutabakatın olmadığı konusunda hiç şüphem yok.

Hemen hemen her konuda kamuoyu yoklanması ve çoğunluğun görüşüne göre hareket edilmesi her zaman doğru yolda gidildiği anlamı taşımamaktadır. Öyle olmasına rağmen karar verme konusunda ‘demokrasi’ denilen kurumun işletilmesi için başkaca bir yol da yoktur.

Demokrasi havarileri bile itiraf ederler ki çoğunluk her zaman doğruyu göremez. Görse de yarında bu görüşün serdettiği olayın sonuçlarının ne olacağını kestiremez. Zira koyun gütmekle koyun olmayı karıştırmamak lazım. Sakın ola bu sözüm yöneticileri ‘çoban’ yönetilenleri ‘koyun’ olarak addetmemizden dolayı birilerini alçaltırken birilerini yücelttiğimiz anlamına yorumlanmasın…

Misaldan maksat; söylemle eylem- enlemle düzlem aralarında fark olduğu hususunu itiraftan maada bir şey değildir. Eskilerin tabiriyle malumun ilamıdır. Hal böyleyeyken işleyen çarkın güzergâhında bulunmadan kendini ilk insan Hz. Âdem gibi, hem Peygamber hem insan olarak gönderildiği zannıyla yolunu çizebileceği gafletine düşmekte kabul edilebilir değildir. Bu tür olaylar karşısında inanan insanların öteden beri söyledikleri ve söylemeye devam ettikleri ‘hikmetinden sual olunmaz’ sözünden başka bir şey söylemekte geceyle gündüz arasında ki ahengi bozmaya heveslenme gafletinden başka bir şey olmasa gerek…

Yunan felsefesinin fikir babası olarak bilen Sokrates’e göre halkı erdemli kişiler yönetmeliydi; erdemli kişilerde belli ilim birikimine sahip olan Filozoflardı. Yani halkı yönetecek insanların sosyal yaşamda birçok sorunun cevabını bulabilecek ilim ve meziyet sahibi olan insanlar yönetmeliydi… Zaman zaman daha uç noktalarda; çobanın oyuyla Profesörün oyunun arasında ne fark var? Sorusu etrafında dönen tartışma ve çatışmaların temelimde bu görüş ayrılığı yatmaktadır. Sahi kim bu görüşün iki ucundaki insanlar…

Hemen hemen her insan bilir ki; tartışmanın iki ucundaki insanlardan birisi yangelip yatan diğeri de içinde bulunduğu toplumun dertleriyle dertlenip yıllarca mektep medrese çiğneyip bir şeyler öğrendikten sonra bildiklerini bilmeyenlere öğretme hevesinde olan fikir işçisidir… Bu kelimenin tam manasıyla ‘kerameti kendinden menkul’ kendini kutsal farzeden zavallı insancıktan başka bir şey değildir. Bu sözümü de bazılarını incitmemesi için açıklamak durumundayım. Zavallı insancık; yaşama hakkı olmayan insan değildir. İdare de yetki sahibi olacak bilgilerden yosun insan demektir. Yine zavallı insan; muhtaç insan demek değildir. Onun zavallılığı sadece bilgisizliği ile sınırlıdır…

Zavallılık konusunda isteyicilerin en azından isterken; söyleme rıza göstermelerine rağmen onun dışındaki hal ve şeraitte rıza göstereceklerini sanmıyorum. Birde maddi gücüyle bulunmuş olduğu ortamda caka satan bir insanın, hala Renault 12 ye binen (kaldıysa) üniversite Profesöründen daha zavallı olduğunu kabul edebileceğini sanmıyorum. Üniversite profesörünün en azından birkaç yıl öncesine kadar, ekonomik açıdan çalarak bir yerle gelen insanlara karşı zavallığı kabul edeceği kanaatimle birlikte bu güruhun zavallılığı kabul edeceğine ihtimal bile veremiyorum…

Yalanla yanlış böyle bir birine karışınca da ortaya parayla satılan insanlarla satılmak zorunda kalan insanlar arasında bir fark kalmayacaktır. Birde yıllarca emek verdiği ilmi Yüce

 Kitabımız Kur’an’ın tabiriyle ‘birkaç dirheme’ satanlarla büyük rakamlara satanlar arasında bir fark olmayacaktır. Bu eşitsizlerin zorla eşitlenmesinde geceyle gündüzün yerini değiştirme havarilerinin artmasıyla, sağlıklı akıl sahiplerinin akıllarının yanlış olduğu kanaatine doğru zorunlu yolculukların başlamasına önayak olacaktır. Buda henüz saati gelmedik kıyametin erkenden kapımızı çalması demektir…

Bu çıkmazda gerçekten çıkar yolu bulma sevdalılarının ‘ Allah’ın İlk emrinin oku’ olduğunu, cahiliye filozofu Aristo’ nun halkı ‘erdemli’ insanların yönetmesinin gerektiği söylemini ve Müslümanların yaşatılan 4 mezhep imamlarından Bağdatlı İmamı Ebu Azam’ın ‘kaç âlimle tartışmışsam galip, kaç cahille tartışmışsam mağlup oldum’ sözünü hatırlamalarını, hatırlarında yoksa duymalarını daha ne kadar beklememiz gerekmektedir…

Paranın insan olmayanı insanlaştıramayacağını, zor şartlar altında satın alınanların zorunluluk halleri bitince bir gün asıllarına döneceklerini; aslolan manada istikrar kılmak gerektiğini daha ne kadar tekrar etmek gerekir bilmem ki?!.. İşte zayıf insan olmakla üstün insan olmanın sırrı bu gizde yatmaktadır. Tebliğ etmekle tebellüğ olunmayı, beklemenin tembelliği de burada… Susuzluktan kurumaya yok olmaya yüz tutmuş bahçesini yağmurun yağmasını ve derelerden gelen suların sulamasını beklemek ne kadar gafillikse, maddeyi elinde bulunduranların içinde bulundukları toplumu dar boğazdan çıkarabileceği söylemi de o derece saflık olacaktır.

Tembellik tembellikle taçlandırılırsa yolun sununa gelinmiş demektir. Tıp ki tembellik yarışında kendisinin 1. Sınıf tembel olduğunu kanıtlamak isteyen tiryakinin yangının alevinin elindeki sigarayı keyfle içmek için kendisine yaklaşmasını beklemesi ve sığarsınız yaktıktan sonra içinden taksit taksit ölmeyi planlarken bir anda kül olması gibi…

Olay bu kadar basit bu kadar ehemmiyet kespetmeseydi insanlığın yaratıcısı yarattığı ilk insana katından bilgiler aktarmaz, onu peygamberlik tâcıyla donatmazdı. Öyle olmasa tekâmüle ermiş dinin ilk emri ‘oku’ olmazdı. Öyle olmasaydı saçı sakalı ağaran insanlar karanlıkları aydınlatamazdı. Tabi ki tüm bu söylemlerimiz birçoğunun hoşuna gitmeyecektir.

İstatiki bilgiler bizim toplumumuz hakkında sağlıklı bilgi veremez (!)

Bu kanaate nerden vardığımı toplumun keşfedilmemiş filozoflarına keşfedince herkes anlayacaktır. Güya 2014 yılı Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı araştırmalara göre toplum olarak dünya ülkeleri toplumlarına kıyasla kitap okuma oranımız %0 1 (binde bir) miş ve bu sıralamayla dünya ülkeleri arasına 86. Sırada yer alamıyormuşuz.

Yine TÜİK araştırmalarına göre televizyon seyretme oranımız günde 6 saat ve internette kalma oranımızda günde 3 satmış ve geriye de kitap okumak için 1 dakikamız kalıyormuş. Bu kurum bizim milletimizin birkaç işi biranda yapacak kadar üstün meziyet sahibi olduğunun farkında değil sanırım. Hem diyelim ki televizyonun kaç saat, internetin kaç saat açık olduğunu bildiler diyelim, bu esnada toplumun bilinçli fertlerinin kitap okumadığını nerden bilecekler?!..

Nerden bilecekler televizyonun sesine rağmen kitap okuduklarını?!..

Yine nerden bilecekler interneti okumuş olduğu kitaptaki aklına takılan bazı konuları araştırmak için açık tuttuğunu?!..

Bu tür araştırmalar ancak ve ancak bir anda birden fazla işi yapamayan milletlere uygun olsa gerek. İsterseler bir arada olan kadınımızın aynı anda birkaç kişiyle konuştukları, ellerinde iş yaptıkları diğer taraftan çaylarını yudumladıkları sahneyi gözlerinde canlandırsınlar.

Eğer bu kurum yapmış olduğu bu araştırmayı sokak yoklaması şeklinde değil de okulda okuyanlar ya da satılan kitaplar üzerinden yapıyorsa yine yanlış yapıyor demektir. Biz; kitap basımında fazla ağacımız yok olmasın, bir kitabı birkaç kişi alıpta milli servet zayi olmasın diye birimiz tarafından alınan kitabı beş yüzümüz tarafından okuruz…

Sözün özü; eğitim almak için öyle resmi okullarda diz çöküp zaman harcamaya, dirsek çürütmeye gerek yoktur. Görüyoruz ekranlarda isminin önünde bir sürü eğitim aldığını gösteren harflerin bulunduğunu gösteren şahısların konuşmalarıyla daha anasından aldığı şekliyle saflığını bozmayan isim sahiplerinin açıklamalarını…

Sen anlaşılmaz kelimelerle bir şeyler söylemeye çalışırken, kendisine karşı yöneltilen her soruya karşı düşünmeden konuşabilecek kadar kadir ve muktedirdir memleketimin insanı…

Sen şatafatlı okullardan şatafatlı ünvanları alarak bir şeyler söylemeye heveslenirken binası ve eğitimcisi meçhul olan bir ilim yuvası kaynağından beslenmiş ulama da bulursun ancak hazır cevabı…

İşte böyle derli toplu bir eğitimi veren kurumun adıdır hayat okulu…