Ey âdemoğlu… Bunca zamandır şu faninin yüzeyini kılıktan kılığa süslersin… Kimi canlar, kimi kılıkta… Kimi ruhlar, kimi sıfatta gelip geçti şu hayat denen hevesin üzerinden de bir şu hayat değişmedi senelerin ömründen alıp götürdüklerine rağmen…

 Her şeyin bir zamanı vardı elbet. İnsanlar olanca hızla kademe atlayıp, çorap gibi kişilik değiştirirken… 

Herkeste aynı akıl vardır derler de benim çoğunun yaptıklarını idrak etmeye yeteneğim yok.

Dünya bir kumar salonuna dönmüş. En garibi de şu ki oynamayan ayıplanıp, dalga konusu oluyor. En güzel hileyi yapıp çaktırmadan, aldatan ise ayakta alkışlanıyor. Bu hayat bana birkaç beden büyük olmaktan çıktı. Önceden aldığım ve benim üzerimde hoş duran onca güzelliğin değersiz olduğunu öğrendiğimden beri onlarca kilo vermiş, cılız bir hale gelmiş de o eski kıyafetlerimin içinde kaybolan bir ruha bürünmüş oldum. 

Ne acı ki şu anı yaşamaya bayılıyoruz. Hesabımız kitabımız hep sonraya… Tozlu bir rafta veresiye beklemekte… Ödenir mi, yoksa görmemezlikten gelip unutulur mu? Bilinmez! 

Bir hayli yorulduk. Fakat çocuk değiliz. Ben oynamıyorum deyip mızıkçılık yapamıyoruz. Yorganı kafamıza çekince tüm olan biten silinmiyor. Korktuğumuz rüyalar gözlerimizi açınca kaybolmuyor. Şimdilerde gözlerimi açmaktan korkar oldum. Uzun bir uykuya dalma hazırlığı içerisindeyim ama uyandıran bulunur elbet.

Bana sorarsanız tam bir mutluluk yok şu hayat denen fanide… Herkesin kendine göre derdi, isteği, arzusu, memnuniyetsizliği var. Hep bir şeyler eksik ya da fazlalıktan kaynaklı doyumsuzluk var. 

Hani bir sözde denir ya: “Kiminin ekmeği bayattır, kimininse pırlantası ufak…” Bu sözden daha güzel anlatılamazdı sanırım. 

Her zaman kırılan cam kesmiyor insanın etini işte… Bazen kırılan kalp, kırılan heves, kırılan hayaller, kırılan umutlar kesiyor insanın can damarını… Belli bir yaştan sonra tükeniyor insanlar. Okullar bitirmekten ve hep daha fazlasını yapabilmek için didinip durmaktan... 

Peki, sorarım size; “okumak mı önemlidir, kişilik mi?” Bunu çok güzel anlatan bir hikâye okumuştum paylaşmak isterim: “Padişah vezire sormuş: ‘Vezir! Eğitim mi önemli, cibilliyet mi?’ Vezir düşünmeden cevap vermiş: ‘Cibilliyet Padişahım.’ Padişah memleketin her yerinden tellallar çağırtmış. Duyduk duymadık demeyin en iyi hayvan eğiticisine yüz kese altın… 

En iyi hayvan eğiticisi padişahın huzuruna çıkarılmış. Padişah hayvan eğiticisine sormuş: ‘Bir kediye tepsiyle servis yapmayı ne kadar zamanda öğretebilirsin.’ ‘Altı ayda öğretirim Padişahım.’ 

Altı ay dolmuş, eğitici huzura alınmış. Padişah; ‘Öğrettin mi?’ ‘Öğrettim Padişahım.’ Saray erkânı toplanmış, kedi elinde tepsi servis yapmaya başlamış, tam vezirin önüne gelmiş. Padişah yine vezire sormuş: ‘Vezir! Eğitim mi önemli, cibilliyet mi?’ Vezir Padişahın sorusuna cevap vermeden önce cebinde hazır tuttuğu fareyi yere bırakmış. Kedi tepsiyi attığı gibi farenin peşinden koşmaya başlamış. Tabii altı aylık eğitimde boşa gitmiş. 

Vezir cevap vermiş: ‘Cibilliyet Padişahım.’”

Evet, tekrar sorarım: “Yıllarca bir şeyler uğruna başka bir kılıfa bürünüp, kendini bunun ardına gizlemek mi önemli, yoksa ardında sakladığın kendi benliğini ortaya koyan asıl olan ruh mu?”

Cevabı herkesin kendi vicdanına kalmış. Ne garip, bir denizin üzerinde yanan gemi gibi insanlar… Dermanı bir tık altında fakat burnunu aşağıya indirip ona erişmekten aciz… 

İnsanı altın kafese koymuşlar, yine de dünya, yine de dünya demiş… Vesselam.