Birbirimizden eksiğimiz, fazlamız yok. Hepimiz aşk yolunun yolcusuyuz. 

Her yeni günde bir başka hale bürünmekteyiz. Gün de değil, bazen saatte, anda... Bu yüzden yola engeller koymak, tümsekler inşa etmek neyimize... Bilgin olsa ne olur! Aşk yoluna aşk gerek. Aşka ise gönül...

Peki, gönül görmeyince, göz neylesin. Çoğumuz gören kör, kör göreniz. Maddeye bağlı, manadan uzak yaşıyoruz. Aslında madde de dahi görmemiz gereken onca anlam var iken, gözümüze inen bu perde neyin nesi?.. 

Bir kitapta şöyle bir soru ile karşı karşıya kaldım; “Bir şeyin eserlerini, izini, belirtilerini görmek; aslını görmek gibi olur mu?”

Bu soru o kadar çok anlam barındırıyordu ki... Hangi tarafından tutsam koca bir ummanın içindeki hoyrat dalgaların tam ortasına düşmüş gibi oluyorum. 

Mesela dışarıya çıktığımızda göğe bakıp güneşi gördüm deriz de; gördüğümüz sadece onun ışığıdır. Evet, yanlış söylemiş olmayız fakat gördüğümüzü sandığımız varlığın sadece bir izini, belirtisini görmüşüzdür. Hakikatteki güneş gizli mana ile algılanan bir şeydir. 

Aynen insanlardaki güzellik gibi... Karşımızdaki insana “çok güzelsin” deriz dış görünüşünü ima ederek fakat asıl onun huyunu, gönlünü beğendiğimiz içindir bu kelam... “Kalbinin güzelliği, yüzüne yansımış” tabirini de bu yüzden kullanırız sanırım.

Ve dünyayı gördüm deriz de Allah’ı neden anımsamayız? Kitaptaki sorunun ne manaya geldiğini düşünürken en çok aklımı esir alan bir diğer soru ise bu oldu.  Kâinat Allah’ın, belirtileri, izleri ile donatılmış en büyük ilahi sanat örneği... Her baktığımız noktada O’nun mucizelerine tanık oluyoruz. Fakat dedim ya gönül görmeyince, göz ne yapsın!

Alışagelmiş yaşayıp gidiyoruz. Ama dünyada  hiçbir şey yoktur ki, kendinde Haktan bir iz taşımasın... 

En’am suresi 103. Ayette; “Gözler O’nu algılayamaz. O ise bütün gözleri kuşatır.” buyruluyor. 

Bu Allah kelamından anlayacağımız üzere, gözlerimiz bir tül ile örtülü... Ne zaman ki bize hakikati görmek nasip oldu, işte o zaman bir güneş ışını sızar tülün köşe ucundan... 

Görmek isteyene ne dersler ne mucizeler gizlidir etrafında... Hepsinin anlamını, yaratılış gayesinde anlamaya çalışacak olsak, nefsimizi en büyük terbiye ile uslandırmış oluruz. Ne acizdir insanoğlu... Oldum der durur da halâ ham halimizin farkına varmayız. 

İlim peşinde koşmalı... Allah kelamına dayamalı sırtını... Öğrendikçe, öğrenmediğini bilmeli... Hiçliğine inanmalı... Ben demeden önce O diyebilmeli... 

Hayatın boyunca içinde savaşlar ver. Nefsin kör duygularla boğuşsun. Güneşin sema da olduğu bol aydınlıktan sonra, ayın hâkim olacağını ve o devasa gezegene rağmen her yeri karanlığa bürüyeceğini unutma. Her güzellikten sonra bir sıkıntının yahut her sıkıntıdan sonra bir güzelliğin döngü halinde nüfuz edeceğini...

Rûmi’nin bir sözünde şöyle der; “Kaderini sev! Varsa kederini de sev! Üzülme hastalıklarına. Gör, hangi günahlarına kefaret olacak. Terk edildin diye de üzülme... Demek ki sevebilecek bir yüreğin var. Geçmişi unut hiç yaşanmamış gibi davran. Buluttan nem kapma... Döküver kirpiklerinden sonbaharı... Bir gün ama bir gün mutlu tebessümlerle kol kola gireceksin... Koklayacaksın yağmur sonrası toprakları... Yükleyeceksin ruhunu kelebek kanadına... Uçacaksın semada sevdiklerinle can! Kim demiş ebem kuşağı yedi renk? Bakmakla, görmek arasındaki farkı çözdüğünde, anlayacaksın ne demek istediğimi!..”

Evet, bakmakla görmek arasında kocaman bir uçurum var. Bu yüzden maddenin arkasında gizli olan büyük manayı anlayamıyoruz. Ve bir şeyin; eserini, belirtisini, izini görmek onun aslını görmek gibi olmasa da düşünmeye sevk eder bize... Her şeyin bir yaratıcısı vardır. O ne yücedir. Bakıpta görmek,  düşünüpte idrak etmek umudu ile yazı dostlarım... 

Geçmiş olan Kurban Bayramınızı kutlar. Allah’tan nicelerine kavuşmayı niyaz ederim. Selam ve dua ile...