Gönlüm bir güruh vakti… Elimden avucumdan kayıp, kızıllığın ardında kaybolan sevdiklerimin arkasından bir kara ah çekmekle geçiyor zaman… İstemeden benden ayrılanlarda kalıyor aklım. Onları uğurlamak için birkaç damla gözyaşı döküyorum. Belki hatırı kalır bir gün yine uğrarlar diye…

Bazılarına vazgeçmek çok kolay… Alışkanlıklar bir anda yerini yenilerine bırakabiliyor. Fakat o kadar da basit değil ki... Değil mi yazı dostum? Bak yine baş başa kaldık. Bir bir düşünceler davetsiz misafir olarak gelmeye başladı. 

Bir de akabinde Oğuz Atay’ın sözü gelip misafir oldu hafızama; “Her işte bir yanlışlık, her içte bir yanmışlık vardır.”

Gönlüm bazen koca bir od’un aleviyle yanar kavrulur. Kimi zaman ise o ateşi küllendiren biri hayatıma dâhil olur. İnsan, insanın yarasına ilaç, yangınına su, hüznüne mutluluk, özlemine vuslat, gönlüne umut olabiliyor bazen… Kim ne derse desin insan yine insana muhtaç. 

Yalnızlık Allah’a mahsus… 

Gökyüzü yüzlerce yıldızı barındırıyor fakat sadece bir tane aya ve güneşe ev sahipliği yapıyor. Bazen düşünürüm de bu sonsuz sema neden bir güneş ve bir ayı sahiplenir? diye… Etrafı binlerce minik pırıltı ile dolu ama onun rengini değiştiren sadece iki şey var; Ay ve Güneş… 

Gökyüzünü, insana benzetirim. Kendine ait koca bir dünyası vardır insanın da… Etrafında ise milyonlarca başkaları… Bir gün biri gelir ve ömrünü sevgi ışınları ile apaydın eder. Bazen de o kişi gider ve hayat karanlığa bürünür, hüzün ve özlem ile baş başa kalırsın. Aynı kişi hem ayı, hem de güneşi barındırır. 

Kim bilir, gökyüzünün gece olunca üşümesi, hüzne bürünmesindendir belki de… 

Şimdilerde düşünüyorum da, hayata çok yabancılaştık ya da hayat bize yabancılaştı… Yaşadığımız, hissettiğimiz ve düşündüğümüz şeyler muazzam bir çelişki içerisinde… Yollarını gün gün kat ettiğimiz, sokaklarıyla dertleştiğimiz, bir sokak lambası ile aydınlanmaya çalıştığımız bu ömür; hayallerimizden, duygularımızdan yoksun bir makine gibi…

Katılmak zorunda olduğumuz senaryolar, uymak zorunda olduğumuz el âlem sözleri, yapmak zorunda olduğumuz görevlerimiz dört bir yanımıza parmaklıklar örmekte… Peki ya hayatı değiştirecek olan, geceyi gündüze çevirecek düşünceler ve hayaller nerede? Bir makineye bozuk para atıp onu bir süre koşullandırılmış oyunu ile hareketlendirmek gibi oldu hayatlarımız… 

Bedene bir ruh üflendi, bir ömür miktarı dünyaya ve içindeki senaryoya ayak uydurarak kendi oyununu oynama imkânı verildi. Ama buna müteakip bir de akıl verildi! 

Akıl neydi? Akletmek? Düşünmek?

İnsandaki dünyayı değiştirecek güç, aklında saklı… Fakat neden insan alışılmış bir oyunu içine para atılmış gibi birbirini tekrar ederek hayatını icra etmeye çalışır ve bu toplum tarafından dayatılır? Anlayamıyorum. 

Gökyüzü insanların bakabileceği bir göz deliği… Görebilen ve düşünebilenler için ne çok ibretler var bu dünyada… Her şey canlı ve nefes alıyor. Gece sadece gündüzle geçirmiyor zamanını… Güneş tutulması ile utangaçlığını, ay tutulması ile karanlığın içinde ta ciğerinde yanan ateşini gözler önüne seriyor. 

Hayatın senaryosu senin elinde… Yazmak, çizmek ve değiştirmek de… Sevgili Üstadem Ayşe Ünüvar’ın da dediği gibi; “Başka, bambaşka şeyler saklı hayatın içinde; bakmak ya da görmek değil, içselleştirmek gerek…” Senden gidenleri düşünmeden önüne bakmak ve onları yenileriyle telafi edebilmek önemli belki de…

Yaşama açılan bir göz deliğiniz olsun sadece sizin bakabildiğiniz, ardındakileri görebildiğiniz ve hayallerinizle değiştirebileceğiniz… Yaşamak için değil, yaşarken kendi benliğinizi yaşatmak için hayatı sürdürün… Selametle…